Filistinli tutuklu İsrail hapishanesinde tıbbi ihmal nedeniyle öldü

Ailesi Mutaz Ebu Zneyd’in hapse girmeden önce hiçbir sağlık sorunu olmadığını söylüyor

Filistinli insan hakları grupları, tedavi edilmeyen Filistinli bir mahkûmun ölümünün ardından İsrailli yetkilileri “tıbbi suç” işlemekle suçladı.

Filistinli Mahkumlar Kulübü ile Tutuklular ve Eski Mahkumlarla İlişkiler Komisyonu tarafından yapılan açıklamaya göre, 35 yaşındaki Mutaz Mahmud Ebu Zneyd ciddi sağlık sorunları yaşıyordu ancak 6 Ocak’ta komaya girene kadar tıbbi bakım görmedi.

Ölüm haberi Pazar günü İsrail’in Beerşeba kentindeki Soroka Hastanesi’nde duyuruldu.

Ailesine göre, işgal altındaki Batı Şeria’nın El Halil kentinden olan Ebu Zneyd, 27 Haziran 2023’te tutuklanmadan önce herhangi bir sağlık sorunu yaşamamıştı.

“Ebu Zneyd olayı … İsrail vahşet sisteminin sabıkasında yeni bir suç teşkil etmektedir.”

Daha önce de tutukluluğunu protesto etmek için açlık grevi yapan Ebu Zneyd’in ölümüyle birlikte, savaşın başlangıcından bu yana İsrail gözaltısında ölen Filistinlilerin sayısı 55’e yükseldi.

Yukarıda andığımız ki grup Gazze’ye yönelik savaşın başlamasından bu yana İsrail hapishanelerinde “insani bir felaket” yaşayan Filistinli mahkumlar arasında ölümlerin arttığını belirtti.

Elde edilen bulgulara göre mahkumlar işkence, açlık, cinsel saldırı, tıbbi ihmal ve sağlıklarının bozulmasına yol açan kötü koşullarda tutulmaya maruz kalıyor.

Açıklamada İsrail, cezaevindeki Filistinlilerin ölümünden “tamamen sorumlu” tutulurken, uluslararası insan hakları sistemi İsrailli yetkilileri savaş suçlarından sorumlu tutmaya çağrıldı.

İki grup, “Cezaevi yönetimi onu hastaneye nakletmeyi kasıtlı olarak geciktirdi ve ona karşı tıbbi bir suç işledi” dedi.

Hamas liderliğindeki 7 Ekim saldırılarından bu yana İsrail makamları Batı Şeria’da ve İsrail içinde Filistinlilere karşı baskı uyguluyor

Bu süre zarfında sadece Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te 10.400’den fazla kişi tutuklandı ve bunların 3.376’sı herhangi bir suç işlemeden ve yargılanmadan idari gözetim altında tutuldu.

Ağustos ayında İsrailli hak örgütü B’Tselem bir raporunda İsrailli yetkililerin işkence kamplarında Filistinlileri sistematik olarak istismar ettiğini, onları ağır şiddet ve cinsel saldırıya maruz bıraktığını söyledi.

B’Tselem 118 sayfalık raporunda İsrail hükümetini Gazze savaşının başlamasından bu yana tüm Filistinli tutuklulara karşı kurumsallaşmış bir istismar ve işkence politikası yürütmekle suçladı.

İsrail genelindeki sivil ve askeri gözaltı tesislerinde kaydedilen işkence, 10 aydan kısa bir süre içinde İsrail gözetimindeki onlarca Filistinlinin ölümüyle sonuçlandı.

Tüm tesislerdeki istismarın sistematik niteliği, “İsrail cezaevi yetkililerinin örgütlü, ilan edilmiş bir politikasından şüphe etmeye yer bırakmıyor”.

“Cehenneme Hoş Geldiniz” başlıklı rapor, Gazze Şeridi, işgal altındaki Batı Şeria, Doğu Kudüs ve İsrail vatandaşı olan ve ezici çoğunluğu yargılanmadan gözaltında tutulan eski 55 tutuklunun ifadesine dayanıyor.

B’Tselem, İsrail’in Filistinli tutuklulara yönelik ihlallerinin “İsrail’in savaş suçu ve hatta insanlığa karşı suç teşkil eden işkence yaptığı kaçınılmaz sonucuna” yol açtığını söyledi.

Grup, Uluslararası Ceza Mahkemesi de dahil olmak üzere uluslararası organlara “bu gözaltı tesislerinde Filistinlilere yönelik acımasız muamelenin durdurulması” için derhal müdahale etmeleri çağrısında bulundu.

Middle East Monitor sitesinden çevrilmiştir. Orjinali:

İstanbul Tabip Odası’ndan İsrail Konsolosluğu önünde Ebu Safiyye’ye özgürlük eylemi

İstanbul Tabip Odası (İTO), Siyonist İsrail tarafından esir alınan Filistinli doktor Hussâm Ebu Safiyye’nin serbest bırakılması talebiyle Levent metro çıkışından İsrail’in İstanbul konsolosluğu önüne bir yürüyüş düzenledi.

Devrimci İşçi Partisi ve Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları’nın da katıldığı yürüyüş boyunca eylemciler Ebu Safiyye’nin ve Filistin’in özgürlüğünü talep eden sloganlar attılar, İsrail’in Filistin halkına yönelik halen sürmekte olan soykırımını lanetlediler ve istibdadın Filistin’i arkadan bıçaklayarak İsrail ile ticareti ve ilişkileri sürdürüyor olmasını kınadılar.

Konsolosluk binası önünde ilk olarak İTO genel sekreteri Ertuğrul Oruç bir konuşma yaptı. Oruç, Doktor Hüssâm’ın hekimliğin ve sağlık emekçilerinin onuru ve yüzakı olduğunu söyledi ve Filistinli sağlık emekçileri başta olmak üzere tüm Filistinli tutsaklar serbest kalana, Filistin özgürleşene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirtti. Ardından İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu başkanı Osman Küçükosmanoğlu, İTO yönetim kurulunca hazırlanan açıklamayı okudu. Açıklamada, İsrail saldırılarının başından bu yana hastanesini terk etmeden halkının yaralarını saran, hastaneye yönelik Siyonist saldırılarda oğlu katledilse de görevini yapmayı sürdüren Safiyye’nin derhal serbest bırakılması ve Gazze’deki Siyonist işgale derhal bir son verilmesi istendi.

Eylemde ayrıca bileşeni olduğumuz Filistin Eylem Komitesi, yanı sıra DİSK, KESK ve TMMOB sözcüleri de birer konuşma yaptılar.

İTO’nun hazırlamış olduğu basın açıklamasını aşağıda sizlerle paylaşıyoruz:

FİLİSTİNLİ DOKTOR HUSSÂM EBU SAFİYYE SERBEST BIRAKILSIN!

İşgalci İsrail Gazzeden derhâl çekilsin!

İsraile tam ambargo!

İsrail Gazze’de insanlık suçları işlemeye tüm vahşetiyle devam ediyor. İsrail’in saldırıları soykırım niteliği kazanmış durumda. Son saldırıların başladığı Ekim 2023’ten beri 50 bine yakın Filistinli yaşamını yitirdi, 110 bini yaralandı. 2 milyon Filistinli yerinden edildi. Onlarca hastane, sağlık merkezi ve sivil yerleşim yeri bombalandı. En az 165’i doktor olmak üzere 1100’den fazla sağlık çalışanı öldürüldü. Halen Gazze’de gıdaya ve temiz içme suyuna erişim çok kısıtlı, salgın hastalıklar kol geziyor. Gazze’de, dünyanın gözü önünde bir insanlık dramı yaşanıyor!

Evet, mevcut tablo vahim. Ancak Filistin mücadelesinin diğer yüzü, direniştir, mücadeledir, kahramanlıklardır. Filistin mücadelesinin tarihinde öne çıkmış, kahramanlaşan çok figür vardır. İşte 2024’ün son günlerinde bu figür bir doktor, Dr. Hussâm Ebu Safiyye olmuştur.

Dr. Hussâm, Gazze’nin faaliyette olan çok az hastanesinden biri olan Kemal Advan hastanesinde çocuk hastalıkları uzmanı ve aynı zamanda hastane müdürü olarak savaşın getirdiği tüm olanaksızlıklara rağmen İsrail’in saldırılarında yaralanan çocukları hayata döndürmek için çalışıyordu. Gazze’de güvenilir bir yerleşim alanı kalmadığı için ailesiyle beraber hastane bahçesinde konaklıyordu. İsrail’in hastanenin boşaltılması taleplerini defalarca reddetmişti. İsrail, bunun üzerine hastaneye saldırılar düzenlemeye başladı.

28 Ekim günü, yine hastaneye yapılan bir bombalı saldırıda Dr. Hussâm çocuğunu kaybetti, kendisi de yaralandı. Hastanenin bahçesine gömdü yavrusunu. “Ben çocuğumdan ayrılmayacağım, buradayım, Filistinli çocuklara hayat olmaya devam edeceğim.” dedi. Yılmadı, bırakmadı mücadeleyi. 27 Aralık 2024 günü hastaneyi kuşatan İsrail tanklarının üzerine beyaz önlüğüyle yürüyerek meydan okudu ve işgalci İsrail ordusu tarafından rehin alındı. Dr. Hussâm Ebu Safiyye derhâl serbest bırakılmalıdır!

Dr. Hussâm, elde silah olmadan da zalimlere karşı mücadele edilebileceğini göstermiştir. Bu anlamda hem sağlık emekçilerinin hem de tüm insanlığın yüz akı olmuştur. Bizler de, Türkiye’de sağlık emek mücadelesi veren doktorlar olarak Dr. Hussâm’ın bizlere örnek teşkil eden zulmedenlere karşı verdiği mücadeleyi ve gösterdiği iradeyi selamlıyoruz. Filistin mücadelesi kazanırsa coğrafyamızda zulmün kaynağı olan emperyalizm ve onun maşası olan Siyonizm gerileyecek. Bunda Türkiye’de yaşayan doktorların, sağlıkçıların, işçilerin, emekçilerin, tüm ezilenlerin çıkarı vardır.

Bu nedenle biz İstanbul Tabip Odası olarak burada bulunan tüm dostlarımızla birlikte Filistin’in özgürleşmesi, İsrail’in mezaliminin son bulması ve Gazze’den çekilmesi, Dr. Hussâm başta olmak üzere İsrail’in elinde bulunan tüm tutsakların serbest bırakılması, İsrail’in başta ekonomik olmak üzere her alanda gerçek bir ambargoya maruz bırakılarak savaştan çekilmesi ve Ortadoğu’ya barışın gelmesini sağlamak için elimizden gelen çabayı göstereceğimizi ilan ederiz.

Dr. Hussâm Ebu Safiyye derhâl serbest bırakılsın!

Hepimiz Doktor Hussâmız!

Her yer Gazze, her yer direniş!

Nehirden denize özgür Filistin!

İstanbul Tabip Odası

Fransız emperyalizmi, Corç Abdullah’ı bırakmamak için uğraşıyor!

Filistin davasının Lübnanlı komünist savaşçısı Corç İbrahim Abdullah, 1984 yılından bu yana Fransız emperyalizminin elinde tutsak. 1999’dan bu yana “serbest bırakılabilir” durumda bulunan yoldaşımız, “nedamet getirdim” demeyi reddettiği için, emperyalizm, çeyrek asırdır onu zindanda tutmaya devam ediyor.

15 Kasım 2024 tarihinde bu konuda çarpıcı bir gelişme yaşandı. Fransız mahkemesi, beklenmedik biçimde, Fransa’yı terk etmesi koşuluyla, Corç Abdullah’ın serbest bırakılmasına karar verdi. Bu sürprizi, terörle mücadele savcısının yaptığı temyiz başvurusu izledi. Bu temyiz başvurusu yüzünden, Corç Abdullah’ın serbest bırakılması, en azından temyiz duruşmasının gerçekleşeceği 19 Aralık tarihine kadar ertelenmiş oldu. Şimdi ise 19 Aralık’ta görülen duruşmada, kararın açıklanmasını 20 Şubat’a erteledi. Corç Abdullah yoldaşın serbest kalması, 20 Şubat’ta mahkemeden çıkacak kararla mümkün olsa da bu duruşma görülmeden önce görevi devralacak olan müstakbel ABD başkanı Donald Trump yönetiminin, Fransız emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i ile işbirliği içinde bir komplo hazırlaması olasılığı var.

Emperyalizmin ve Siyonizm’in kendine böylesine bir öfkeyle düşman bellediği Corç Abdullah’ı savunmak ve onu emperyalizmin elinden söküp almak için mücadele etmek her Filistin dostunun boynunun borcudur. Bu sebeple Corç Abdullah’ın dostları ve yoldaşları, 20 Şubat gününde Fransa başta olmak üzere pek çok ülkede bir dizi yürüyüş ve eyleme hazırlanıyor.

Ortadoğu’da Alametler Birikirken: Ürdün 

Mehmet Tevfik 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ihtilaf tarihte pek az görülmüş bir seviyeye ulaşıyor. El-Aksa Tufanı operasyonu ve İsrail’in giriştiği soykırım saldırısı ilk yılını doldururken, Arap kitleler büyük bir kuvvetle Filistin davasının arkasında. Bazı dönemlerde belli inişler çıkışlar yaşamış olan bu destek, muhtemelen son yarım asırdaki en tepe noktaya ulaşmış durumda. Bir yıldır süren soykırım ve özellikle de zamanla biraz olsun utangaçlaşsa da Batı emperyalizminin soykırıma ve soykırımcıya tereddütsüz desteğinin devam etmesi, bölge halkı için bir ulusal aşağılanmıştık hali yaratıp, Batı’nın desteğiyle gerçekleşecek bir iki devletli çözüme dair olası önyargıları da ortadan kaldırıyor.  

Bölgemize musallat olan gerici iktidarlar içinse Filistin olsa olsa bir an önce kapatılması gereken ve halkın gündeminden düşmesinde fayda olan bir konu. İran çevresinde toplanan ve Direniş Ekseni olarak anılan bir dizi ülke ve grup (Suriye, Irak, Lübnan’da Hizbullah ve müttefikleri, Yemen’de Ensarullah hükümeti) değişen seviyelerde de olsa sert bir tutuma sahip olmayı sürdürüyor. Bunun dışında Cezayir, Tunus, Kuveyt ve Umman Filistin davasına özel bir destek vermemekle beraber Siyonizm ile “normalleşmeyi” de reddetmeye devam ediyor. Bu ülkelerin dışında Arap dünyasının neredeyse tamamında devlet yöneticileri ya Siyonizmin bölgedeki varlığını kabul etmiş ya da bunun için doğru teklifin yapılmasını bekler durumda. İbrahimî Anlaşmalar ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas, utanç verici bir teslimiyetin altına imza attı. Bir dönem bölgenin siyasî merkezi olan Mısır ise Enver Sedat iktidarında 1973 savaşındaki başarılı askerî performans ile fiyat yükseltip, sonrasında Camp David’de Ortadoğu tarihinin en utanç verici anlaşmalarından birini imzalamış ve Cemal Abdül Nasır’ın başka birçok konuda tutarsız ama anti-Siyonizm konusundaki haysiyetli mirasını elinin tersiyle itmişti.  

Fakat bütün bu süreçte, en çarpıcı, en istisnai iş birliği örneği hep Ürdün olageldi. Resmî olarak İsrail ile barış antlaşması imzalaması 1994’te, Oslo sürecinin bir uzantısı olarak gerçekleşse de daha 1967 savaşının devasa bir moral bozukluğuna yol açan yenilgisi yaşanmadan önce dahi, İsrail ile boylu boyunca bir ilişki geliştiren ilk devlet Ürdün olmuştu. Ülkeyi yarım asır yöneten Kral Hüseyin, ortada resmi bir barış yokken dahi bir dizi önemli eşikte İsrail ile koordinasyon içinde hareket etmiş, hatta bir çeşit fiilî ittifak kendini göstermişti. Haşimi hanedanının yönetimindeki ülke, İsrail’e karşı silah çektiğinde dahi, bunu içerideki (Karame Muharebesi’nde Filistin Kurtuluş Örgütü) ya da dışarıdaki (1967 savaşında Nasır’ın Mısırı) anti-Siyonist güçlerin baskısı altında yapmak zorunda kalmıştı. Başka birçok önemli eşikte ise İsrail ile zımnen güç birliği etti. Burada akla gelen ilk örnekler, 1958’de Lübnan’a işgalci Amerikan askerlerinin çıktığı süreç ve 1970 Kara Eylül’ü sırasında, Suriye’nin FKÖ’ye destek vermek için Ürdün’e girmesi üzerine İsrail hava kuvvetlerinin Haşimi hanedanının desteklemek için Suriye’yi tehdit eden manevralara girişmesiydi.  

Fakat öte yandan, ülkenin tarihi ve coğrafi özellikleri sebebiyle, Filistin ile ilişkisi bazı zıt unsurları aynı anda içeriyor. Bir yandan, İsrail’in varlığının devamı Haşimi hanedanına, Haşimi hanedanının devamı ise İsrail’e çok şey borçlu olduğu için arada güçlü bir ittifak var. Bunu destekler biçimde, eğer bir Ürdün milliyetçiliğinden söz edilebilirse, bunun en önemli “ötekisi”, ülkedeki Çerkes ya da Çeçen azınlıktan ziyade bugün nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Filistinli-Ürdünlülerdir. Özellikle 1948’de Nekbe ile 1967’de Nekse arasındaki dönemde, yani Batı Şeria’nın Ürdün kontrolü altında olduğu dönemde bu eğilim güçlenmiş, ülkenin iç siyasetini belirleyen unsur daha ilerici olan Batı Şeria yani Ürdün kontrolündeki Filistin ile daha muhafazakâr olan Doğu Şeria, yani Ürdün çelişkisi olmuştur. Önce 1967’de Nekse sonrası Batı Şeria’nın doğrudan İsrail işgali altına girmesi, sonrasında ise 1970 Kara Eylül’ünde yaşanan kısa süreli iç savaşta Ürdün ordusunun o döneme kadar ülkede konuşlanan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü askerî yenilgiye uğratması ile bu çelişki büyük oranda Doğu Şeria lehine çözülmüşse de, adı konmamış bir Filistin düşmanlığı hala Ürdün siyasetinde mevcuttur. Örneğin özel sektörde Filistinliler çok öne çıksa da, yüksek kademe devlet pozisyonlarında Filistinli-Ürdünlülerin temsiliyeti nüfus içerisindeki oranlarına göre çok sınırlıdır. Fakat bununla beraber hem Filistin kökenli Ürdünlülerin ülke nüfusundaki ağırlığı hem de Arap halkının içindeki genel eğilimlerin ülkeye sirayet etmesi, Ürdün kitleleri nezdinde Filistin davasının istisnai bir güce sahip olmasını sağlamıştır. Yani bir yandan hanedan İsrail’in en büyük destekçilerinden biriyken bir yandan da Ürdün sokakları adeta Filistin’den ayrı bir Filistin gibidir. Hülasa, bu durum Ürdün’ü Ortadoğu’ya musallat olan emperyalizm ve muhiplerinin zincirindeki en zayıf halkalardan biri, hatta belki de en zayıf halka kılmaktadır. Çok yoğun bir siyasi baskının hissedildiği Ürdün’de, bu çatlakların kendini açıktan göstermesi ve doğrudan hanedanı hedef alması şu aşamada hemen hemen imkansız. Fakat derindeki fay hatları son dönemde artan bir tempoyla kendini hissettiriyor. Eylül 2024 seçimleri ve aynı ay içerisinde Kral Hüseyin köprüsü denilen, İsrail Ürdün sınırında Ürdünlü bir sivilin gerçekleştirdiği silahlı eylem, yaklaşan büyük depremin alametleridir

İlk gelişme, Ürdün için bir nevi “ilk kurşun” anıdır (ilk kurşunu, 7 Ekim sonrasında başlayan sürece referansla kullanıyoruz, yoksa bu Ürdün’den İsrail’e sıkılan ilk kurşun değil tabii). 8 Eylül günü, Ürdün ve işgalci İsrail arasındaki ticaretin atardamarı olan sınır geçiş noktasında, Ürdünlü bir kamyon şoförü olan Mahir el-Cezi sınırı geçtikten sonra İsrail askerlerine ateş açıp içlerinden üç tanesini öldürdü, daha sonra kendisi de çatışmada hayatını kaybetti. İsrail’in bölgedeki güvenliğinin temel taşlarından biri haline gelen Ürdün’de halkın bağrından kopan bu hamle, Filistin direnişinin de övgüsüne mazhar oldu. Hem Hamas’ın silahlı kanadı olan El-Kassam Tugayları hem de Filistin İslami Cihadı’nın silahlı kanadı olan Kudüs tugayları birer açıklamayla bu eylemi selamladı. İşbirlikçi Ürdün rejiminin karşılığı ise beklenebileceği üzere tam tersi oldu. Ürdün Dışişleri Bakanlığı eylemi gerçekleştirenin Ürdün vatandaşı olduğunu doğruladı, tek başına çalışan bir “yalnız kurt” olduğuna dair güvenceler verdi ve saldırıyı kınadı. Filistin direnişinin ve işbirlikçi rejimin taban tabana zıt ama beklenebilir açıklamalarının ötesinde, en çarpıcı işaret bizzat Ürdün halkından geldi. İlk olarak, Mahir el-Cezi’nin aşireti olan ve Güney Ürdün-Sina yarımadası-Kuzey Suudi Arabistan hattındaki en büyük aşiretlerden biri olan Huveytiyat, “şehidimizin kanı, Filistin halkının kanından daha kıymetli değil” diyerek bu eyleme sahip çıktı, hatta bunun son olmayacağını söyledi. Bu açıklamanın önemi gözden kaçmamalı. Ürdün monarşisi, kritik eşiklerde hep aşiretler arasındaki gücüne dayanarak ayakta kalmıştır. 1956’da, ülke bir iç savaşın eşiğine gelip, komünist bir bakanı da içeren Nasırcı Süleyman el-Neblusi hükümeti iktidara geldiğinde, bu hükümeti devirip monarşinin ayakta kalabilmesi, büyük şehirlerdeki halka karşı aşiretleri harekete geçirmesiyle olmuştu. Şu anda olan aşiretlerin krallığa karşı dönmesi değildir elbette. Ama kritik bir aşiret, hükümetin kınadığı bir silahlı eyleme açıkça sahip çıkıyor. Bu çatlaklar, krizin büyüdüğü anlarda genişleyip monarşinin güvenliği açısından büyük tehditler oluşturabilir. Huveytiyat aşiretinin, Haşimi hanedanının 1920’de Ürdün’ün kontrolünü almak için ilk karargâhı olarak kullandığı Meen bölgesinden olması olaya bir de sembolik anlam katıyor. 

Eyleme destek veren sadece Mahir el-Cezi’nin aşireti de olmadı. Aynı gün, başkent Amman başta olmak üzere sokaklara akın eden halk, büyük kitlelerle bu eylemi kutladı. Ürdün gibi, krallığın çizgisine meydan okumanın kolay olmadığı bir ülkede, halkın binlerle sokağa dökülüp, devletin kınadığı bir silahlı eylemi selamlamasının öneminin altını çizelim. Bu gösteriler, niteliksel olarak, özellikle İsrail soykırımının ilk döneminde çeşitli Arap ülkelerinde görülen ve devlet destekli ya da en azından devletten onaylı eylemlerden niteliksek olarak ayrılıyor. Ürdün halkı, eylemli biçimde Filistin davası için monarşiye meydan okumaya başlamıştır. Benzer bir dinamik yakın zamanda daha küçük ölçekte Bahreyn’de görüldü. Mısır’da ise daha erken bir aşamada, devlet destekli eylemlerin “Eş-şab yurid iskat el-nizam”, yani “halk düzenin yıkılmasını istiyor” sloganlarıyla işbirlikçi rejime meydan okuduğu bir dinamik görülmüş ama bu boyutta kalmıştı. Ürdün’deki eylemler bu konuda devlet ile halk arasında gerçek bir hesaplaşmanın ilk adımları olabilir. Bu yükseliş kemaline erip bir toplumsal patlamaya dönüşürse, bunun da aynı önceki iki Arap devrimi dalgası gibi (2011 ve 2019) bölge çapında bir dalga yaratması hemen hemen kesindir. 

Bu dinamik kendisini, bir de seçim sandığında gösterdi. Ürdün, monarşiye karşı gelişebilecek tehditlerden çekindiği için (özellikle yukarıda andığımız 1956 ve burada değinemeyeceğimiz 1989 tecrübelerinin de etkisiyle) çok spesifik bir seçim sistemine sahip. Parlamentodaki koltukların üçte birinden azı ülke çapındaki seçimlerin sonucuna göre belirleniyor. Kalanı ise özellikle aşiretlerin kendi temsilcilerini seçmesini kolaylaştıran ve siyasi partilerin pek az temsil edildiği bölge oylarıyla belirleniyor. Böylece herhangi bir siyasi partinin monarşi karşısında bir alternatif olması zorlaştırılıyor. Bu şartlarda girilen seçimde, bütün kampanyasını Filistin davası üzerine kuran, Ürdün’de İhvan’ın yani Müslüman Kardeşler geleneğinin partisi olan İslami Eylem Cephesi Partisi (İECP), yukarıda andığımız ulusal ölçekte siyasi partilerin yarıştığı koltuklar için verilen oyların yaklaşık yüzde 34’ünü aldı. Monarşi yanlısı partilerin birleşmesiyle kurulan Misak Partisi ise, yüzde 7’den az oy alarak ikinci sırada geldi. Bu spesifik seçim sistemi sebebiyle monarşinin partisi denebilecek Misak’ın 21 sandalyesine karşılık İslami Eylem Cephesi Partisi’nin yalnızca 32 sandalyesi var. Fakat bu özel şartlardan kaynaklanan sandalye sayısı, monarşi yanlısı bloğun sandıkta yaşadığı yenilgiyi gözden kaçırmaya yol açmamalı. Öyle ki, şu anda Ürdün siyasetinde büyük bir gücü temsil etmeyen iki sol partinin, Ürdün Komünist Partisi ve Ürdün İşçi Partisi’nin oyları toplamı Misak’ın oylarıyla hemen hemen aynı! Sandıkta yaşanan bu depremin sebebi tartışmasız Filistin davasıdır. Öyle ki, bu yazıya başlarken kontrol ettiğimizde, İECP’nin sitesine girilmiş en son yazı, Mahir el-Cezi’nin yıkarıda andığımız silahlı eylemini selamlamak için kaleme alınmış bir deklarasyondu (link ve web sitesi biz bu yazıyı bitirirken çalışmıyordu). İECP lideri Murat Adayle, bu seçimlerin İsrail-Ürdün barış antlaşmasını sona erdirmek ve Hamas’ı desteklemek için bir referandum niteliğinde olduğunu dile getirdi. Basın da, birçok Arap milliyetçisinin ve solcunun tam da bu düşünceyle İECP’ye oy verdiğini belirtiyor.  

Böylesi bir dinamik gerçekten oluştuysa, bu bir yandan Siyonizme karşı mücadelede kendi alternatifini oluşturamayan solun durumunu gösteriyor. Ama bir yandan da Ürdün’de halkın yüzünü nasıl Filistin davasına döndüğüne dair tartışmasız bir kanıt sunuyor. İsrail’in soykırımı hız kesmeksizin sürerken, Arap halk kitlelerinin derinden gelen ve kendini hissettirmeye başlayan isyanı birden bire bölgenin siyasi çehresini değiştirebilir. Bölgenin devrimcileri bu dinamiği görmeli, kendini hazırlamalı. 

Hayati ihtiyaçlar halâ temin edilemiyor

Okuyacağınız metin, Filistin konusunda çok önemli bir gazetecilik görevi yürüten Electronic Intifada (Elektronik İntifada) sitesinde İngilizce yayınlanan bir metnin Filistin Dostları tarafından hazırlanmış çevirisidir. Ağustos ayının ilk haftasında yazılan metin, Gazzeli bir yazarın kişisel tecrübesi üzerinden, Filistin’de süregelen soykırımın mütemmim cüzü olan kıtlık ve susuzluğa odaklanıyor.

2,3 milyon nüfuslu Gazze’nin en az dörtte birini etkileyen kıtlığı ortadan kaldırmak için hava yoluyla erzak göndermek yetersiz kalıyor.

Israil’in stratejisi, ABD’nin de topyekûn desteğiyle birlikte Filistinlileri kıtlık yoluyla kırmak gibi gözüküyor.

Sosyal medyada Gazze’de yaşananları sadece ilgi çekmek için paylaşanlar var. Bizim yaşadığımız kıtlık bir “içerik” değil!

Uyan dünya, sen sosyal medya paylaşımları yaparken biz ölüyoruz.

Hava yoluyla gönderilen bir insani yardım paketi, paraşüt açılmadığı için alandaki Filistinlileri öldürdü. 

Oxfam sivil toplum örgütünün barış ve güvenlik başlığında yardımcı direktörü Scott Paul’un bu konuda aktardığı: “Oxfam, ABD’nin hava yoluyla erzak göndermesini desteklemiyor, bu yapılanların Gazze’de yaşanan katliam ve kıtlığa destek veren ABD’li yetkililerinin vicdanlarını rahatlatmak dışında bir işlevi yok.”

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın eski bir görevlisi Dave Harden, sosyal medya platformu X’de şunları yazdı: “Hava yoluyla erzak gönderme verimsiz, pahalı, tehlikeli ve sadece başka bir yol olmadığında düşünülmesi gereken bir yöntem. Aslında bu uygulama sadece Biden hükümetine yarıyor, onların muazzam siyasi başarısızlığının üstünü örtüyor.”

Kıtlığın içinde yaşamak

Han Yunus’da yaşayan Baraa Muhammed hava yoluyla gönderilen erzaklarla ilgili şunları söyledi: “Çocuklar uçakları gördükleri ya da işittiklerinde hemen çadırların dışına çıkıp, onlara bir şey gelecek mi diye bakıyorlar.”

Ailesinin arazisine düşen yardım paketini almak için, babası, kardeşi ve teyzesiyle beraber ve kucağında bebekle koşmak zorunda kalan Muhammed “her yerden insanlar bu yardımları almak için geliyor” dedi.

“Temel ihtiyaç yardımından ziyade, 5 kilo şeker, süt ve çikolata gibi ek tüketim maddeleri alıyoruz.”

Su lüks oldu

Han Yunus’un kuzeyindeki bir köy olan Kizan en-Najjar’da, çoğunluğunu muhtemelen yerinden edilmiş Filistinlilerin oluşturduğu 4000’den fazla insan yaşamakta.

Soykırımın ilk günlerinden itibaren halk uzak kaynaklardan evlerine su taşımak zorunda kaldı. Bu meşakkatli bir iş, ama başka bir seçenek de yok.

17 Temmuz saat 13:00’de, İsrail işgalinin başlangıcından beri ilk defa hükümet araçları bu yöreye su getirdi.

Tüm köy mutluluktan uçtu.

Ev için alışveriş yapmaya çıkmıştım ve geri döndüğümde kardeşlerimin suyun gelişi üzerine gülüşmelerini görüp mutlu oldum. Bu geçici bir mutluluk da olsa, eğer işler yolunda giderse her hafta bir su aracı gelecek.

Su kamyonu geldiğinde kardeşlerim içine su doldurulabilecek ne kadar kap kacak varsa alıp doldurmaya başladılar.

Ben çamaşırları yıkadım, kardeşlerim yıkandılar. Uzun zamandan beri ilk defa böyle yıkanabildik. Ancak temizlik maddeleri Gazze’ye alınmıyor, bu nedenle çevrede bulabildiğimiz deterjanlara bağımlı durumdayız.

Bir gün öğleden sonra kardeşlerim arkadaşları ile futbol oynamaya çıktılar, herkesin suya bolce erişebildiği çok mutlu olduğunu gördüler.

Komşunun 5 yaşındaki oğlu “Fıskiyede su var!” diye bağırdı.

Tüm bu mutluluk yıkanma ve temizlik suyu içindi.

Peki içme suyuna erişebildiğimizde ne yapacağız?

Dunya Ahmad Ebu Sitte, Gazze’de bir yazar.

Yemen’den Filistin’e sözde değil özde destek!

Filistin’de devam eden Siyonist soykırım girişimi ve direniş, bize bütün Batı Asya (Ortadoğu) ve Kuzey Afrika hattında yaşanan bir ikiliği bariz biçimde gösterdi. Coğrafyamızdaki devletlerin önemli bir kısmı Filistin davasını açıkça satma yolunu seçmiş ve işgalci İsrail ile bir dizi diplomatik ilişki kurmuş durumda. Bunların en yeni örnekleri Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas iken, Mısır, Ürdün ve ne yazık ki Türkiye daha uzunca bir süredir İsrail ile çeşitli ilişkiler içinde. Bunun dışında Suudi Arabistan gibi bazı ülkeler, henüz resmi ilişkiler kurmamış olsalar da katil Siyonistler ile el sıkışmak için sadece doğru fiyatı ve şartları bekliyor. Ama hem bu ülkelerde hem de Siyonizme karşı daha orta yolcu bir hat izleyen bölge ülkelerinde gerici rejimler ve hâkim sınıflar Siyonizme teslimiyete ne kadar hazırsa, emekçi halkın kalbi de bir o kadar Filistin ile beraber atıyor. Bu sebeple, halkın tepkisinden korkan hâkim sınıflar, Ortadoğu’nun bir dizi ülkesinde, Siyonizme teslimiyet zehrini, Filistin yanlısı görünen tatlı sözlerin arkasına gizliyorlar. Ama bunlar hep sözde kalıyor, eyleme dökülmüyor.

Bu boş sözlerin ne kadar anlamsız olduğunu, Siyonizme gerçekten düşmanlık etmek isteyenin neler yapabileceğini bize gösteren bir kez daha yiğit Yemen oldu. Hatırlanacağı üzere, değişen bir yoğunlukla da olsa Yemen ve Ensarullah hareketi Babülmendep boğazını İsrail’e giden gemilere kapatmış, geçmeye çalışan ticaret gemilerini de cebren durdurmasını bilmişti. Şimdi de Siyonist İsrail’in işgali altındaki topraklara iki bin kilometre mesafede olan Yemen, hiç kimsenin beklemediği bir hamleyle, Tel Aviv’in kalbindeki bir noktayı Yafa modelinde bir dron ile vurdu. İki bin kilometre mesafeden gelen bu dronu düşürebilmek bir yana, İsrail hava savunmasının tespit daha edemediği yazılıyor. Nitekim, büyük bir İsrail gazetesi, Yemen’in bir Siyonist askeri öldürdüğü bu saldırının, İsrail hava savunmasının 7 Ekim’i olduğunu yazdı. Bu eylem hem büyük bir askerî başarıdır hem de bir Batı Asya devletinin Filistin’e nasıl destek verebileceğinin mükemmel bir örneği.

Siyonistlerin bu saldırıya cevabı, Yemen’in en önemli ticaret limanlarından biri olan ve bir petrol rafinerisi de barındıran Hudeyde limanını bombalamak oldu. Bu saldırıyı yapmak için, Suudi Arabistan’ın hava sahasını kullanması da Siyonizme kimlerin uşaklık ettiğini bir kez daha gösterdi. Fakat bu misilleme Yemen’i ve Ensarullah’ı yıldırmaktan uzak. Ensarullah hemen saldırının ardından, İsrail’i ve özel olarak Tel Aviv’i hedef almayı sürdüreceklerini açıkladı. Hudeyde limanı ise saldırının üstünden bir hafta bile geçmeden kullanıma açıldı. Dahası, İsrail’in önemli bir askerî hedefe yönelemeyip sivil bir limana yönelmesi, bazı basın organlarınca İsrail’in Yemen’in askerî altyapısı konusundaki istihbarat zaafını gösteriyor. En önemlisi ise, Yemen’in İsrail’in öve öve bitiremediği Demir Kubbe’yi aşma kapasitesine sahip olduğunu tüm dünya görmüş oldu. Savaşın ilerleyen aşamalarında, Filistin’deki direniş örgütlerinin ve Kuzey’de, Lübnan’da Hizbullah’ın yanı sıra, Siyonist İsrail bir üçüncü cephe için de hazırlık yapmak zorunda kalacak. Sırf bu dahi, hem Filistin halkına, hem de direnişe verilmiş büyük bir destektir. Batı Asya haklarının kalbi de, Siyonist İsrail’e meydan okuma cesaretini gösteren herkes için olduğu gibi, şimdi Yemen’in başarısı için atıyor. Siyonist İsrail’in yenilgisini istiyorsak, biz de harekete geçmeli ve Siyonizme kuzeyden gelecek benzer saldırılara karşı kalkan olan Kürecik Üssü utancından ülkemizi kurtarmalıyız.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2024 tarihli 179. sayısında yayınlanmıştır. 

9 Aydır Süren Siyonist Soykırımı Durdurmak İçin Emperyalizme, Siyonizme ve İstibdada Karşı Mücadele Edelim!

Filistin’deki soykırım dokuzuncu ayını doldurdu ve hala Filistin halkının üzerine bomba yağmaya devam ediyor. Ölü sayısı 37.000’i aştı. 20.000’den fazla kayıp/kaydedilen insan var, bunlar muhtemelen yıkıntıların altındalar. Gazze, kaldırılması yıllar alacak bir moloz yığını halini aldı. Altyapının üçte ikisi yok oldu. Ekonomi durdu, tarım alanlarının önemli bir bölümü yok edildi. Az sayıdaki üretim tesisi imha edildi. Okullar, hastaneler, mezarlıklar, Gazze’yi Gazze yapan her şey bombalara hedef oldu. El Şifa hastanesinin Kasım ayında tutuklanan başhekiminin geçtiğimiz gün salıverildikten sonra anlattıklarından anlıyoruz ki, İsrail esir aldığı binlerce Filistinli’ye inanılmaz işkenceler yapıyor. İsrail, Filistin’i tam bir cehenneme çevirdi!

Bunları İsrail tek başına yapmadı, yapamazdı. Öncelikle ABD, Siyonist soykırımın başından bu yana İsrail’e toplam 12,5 milyar dolar yardım yaptı, İsrail’i koruyan Demir Kubbe sistemini kurdu ve geliştirdi, Gazze’ye insanî yardım yollayacağım diyerek bir iskele kurdu, bu iskeleden İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına destek verdi, askerleri sahaya inerek katliamlara katıldı. Birleşmiş Milletler’de Filistin halkının nefes almasını sağlayacak her tür girişimi engelledi. İngiltere, İsrail’in Gazze’deki katliamını desteklediğini defalarca açıkladı, Aralık ayından itibaren uçakları Gazze üzerinde İsrail’e destek amaçlı uçuşlar yaptı, Mayıs ayındaki Nuseyre kampı katliamında İsrail ve ABD’ye istihbarat sağladı. Almanya ve Fransa, ülkelerindeki Filistinlilerin ve Filistin dostlarının ağzını sıkıca kapamak için eylemlere, Filistin bayrağına, hatta kufiyye giyilmesine bile yasak getirdi. Almanya İsrail’in en büyük silah tedarikçilerindendi. Soykırım boyunca bundan geri adım atmak şöyle dursun, 2022’ye kıyasla İsrail’e silah sevkiyatını on kat arttırdı. Güney Afrika’nın İsrail aleyhinde açtığı davaya İsrail lehine müdahil oldu. İspanya, İrlanda ve Norveç dışındaki tüm Avrupa ülkeleri, Refah saldırısı ya da Hizbullah ile savaşa girme gibi emperyalizmin taktik olarak istemediği girişimler dışında İsrail’in katliamlarına koşulsuz destek oldular. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, soykırımın ilk günlerinden itibaren birliğin İsrail’e koşulsuz desteğini papağan gibi tekrarlayıp durdu.

Sadece bunlar mı? Mısır’ın Kenan Evreni, Filistinlilerden ve Hamas’tan ödü patlayan Sisi zaten Gazze üzerindeki ablukanın uygulayıcılarından biri idi. 2014 yılında Gazze’ye malzeme sağlayan binlerce tünele deniz suyu basarak Gazze’yi nefessiz bırakmıştı. Soykırım başladığında İsrail ile ilişkilerini asla bozmayacak şekilde çizgiyi Gazzelilerin Mısır’a sürülmesinden çekti. Katliamı ara ara kınasa da, İsrail’in katliamlarını durduracak hiçbir şey yapmadı. Suudi Arabistan, İsrail ile savaştan önce sürdürdüğü normalleşmeye ara verdi, ama savaş bitince geri döneceğinin sinyalini de verdi. Birleşik Arap Emirlikleri, Ensarullah Kızıldeniz’i Siyonizme kapatınca, İsrail’e kıyak yaparak Dubai’den Hayfa’ya kara köprüsü oluşturdu. Böylelikle İsrail’in kaybı bir hayli azalabildi.

Bitti mi? Hayır. Hamas’ın müttefiki, Filistin halkının hamisi pozlarına yatan Katar ve memleketimizdeki istibdad rejimi de destekçiler arasında. Kimse Hamas’ın siyasî kanadı Katar’da diye, Katar tamamen Hamas’ın ardında sanmasın. Hamas’ın Suriye’den çıkıp Katar’a yerleşmesi, ABD’nin uygun bulması ile olmuştu. Katar, yarısı ABD üssü olan bir ülke. İsrail ile ticaretini de soykırım boyunca kesmiş değil. Türkiye’nin başına musallat olmuş istibdad rejimi, soykırım sürerken İsrail’i koruyan Kürecik üssünü kapatmak bir yana, buradaki NATO radarından alınan bilgilerin İsrail’e verilmesinden (ki bu açıktır) rahatsızlık dahi belirtmedi. O sıralar soykırıma NATO üyelerinin desteğine bir ödül olarak İsveç’in NATO üyeliğini onaylamakla meşguldü. Emekçi halkımız sokaklara dökülerek İsrail ile ticaretin engellenmesini istedi, istibdad bu isteğe soykırımın 7 ayı boyunca kulaklarını tıkadı. Sonrasında da bu adımı atmayışının yerel seçimdeki hezimetinde etkili olduğunu anladıktan sonra, isteksiz de olsa ticareti kestiğini açıkladı. Ancak firmaların bunu rahatlıkla aştığı yakın zamanda anlaşıldı. Üstelik de bugün soykırımın 9. ayında hala İsrail’in petrolü Azerbaycan’dan gelip Türkiye’den naklediliyor.

Filistin Halkının Zaferi Bizim De Zaferimizdir

Buraya kadar sayılanların hepsi, farklı düzeylerde de olsa, istisnasız, amasız-fakatsız, açık bir şekilde İsrail’in yanında saf tutmaktadır. Bunların tamamı hem Filistin halkının hem de emekçi halkımızın düşmanıdır. Türkiye’nin işçi ve emekçileri, her zaman söylediğimiz gibi Filistin halkının kader ortağıdır, müttefikidir. İsrail ile iş yaparak zengin olan patronlar, bizim de kanımızı emenlerdir. Siyonizmin ruh ikizi, memleketimizde işçi sınıfının ve emekçi halkın katili, Sivas’ın, Çorum’un, Maraş’ın faili faşist harekettir.

Müttefikimiz kazansın diye mücadele ediyoruz. Partimiz ve onun bir inisiyatifi olan Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları, istibdada, emperyalizme ve Siyonizme karşı planlı ve sistemli bir mücadele yürütüyor, yürütmeyi sürdürecek. Zira görevlerimiz her gün daha da acil, daha da yakıcı bir hal alıyor. Hamas’ı yenemeyip rezil olan İsrail, Gazze’deki katliamı derinleştirme niyetinde. Refah’a yönelik derinlikli bir kara harekâtı ölü sayısını ikiye katlayabilir. Benzer bir başarısızlığı kuzeyde Hizbullah’a karşı yaşıyor ve anlaşılan savaşı oraya da yaymak, belki de Lübnan’ı tekrar işgal etmek istiyor. Bu da yeni katliamlar demek. İsrail soykırım yaparken bile Türkiye’de Siyonist propagandayı sürdürüp, festivallere sponsor dahi olabiliyor. Emekçi halkımız istibdadın Filistin konusundaki yalanlarına olduğu kadar Özgür Özel gibilerin Hamas terör örgütüdür diyerek İsrail’e puan kazandıran propagandalarına da maruz kalıyor ve etki altına alınıyor. Zillete mahkûm değiliz, yılmadan çalışalım ve bu memleketi de, tüm Batı Asya’yı da, tüm dünyayı da emperyalizme ve Siyonizme dar edelim!

Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2024 tarihli 178. sayısında yayınlanmıştır.

El Feth’e Niye Gittim?

Yusuf Aslan

Ekte, Türkiye’nin devrimci önderlerinden Yusuf Aslan’ın el-Fetih saflarında “bir nefer” olmak için Filistin’e gidiş sebeplerini açıkladığı Ant dergisinde 24 Şubat 1970’te yayınlanan yazıyı okurlarımıza sunuyoruz. O gün Filistin davasının bayraktarlığını yapan El-Fetih bugün işbirlikçilik safına geçmiş olabilir. Ama Filistin direnişinin ve örgütlerinin verdiği kavga sürüyor, Türkiyeli devrimcilerin bu davaya desteği de!

Bugün Orta Doğu’da Amerikan emperyalizminin ileri karakolu olan İsrail’e karşı Arap halkları anti-emperyalist bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ve bütün dünyada emperyalizmin baskısı altında ezilen halkların yürüttüğü devrimci kavganın bir parçasıdır.

Emperyalizme karşı yürütülen savaş, bütün dünya halklarının ortak savaşıdır. Vietnam’da, Orta Doğu’da, Latin Amerika’da emperyalizme karşı sıkılan her kurşun, aynı zamanda Türkiye Halkının kurtuluşu için sıkılmaktadır.

Günümüz koşullarında, özellikle emperyalizmin bir sıcak savaş bölgesi haline getirdiği Orta Doğu’da da bütün halkların, Türkiye, İran, Arap, Kıbrıs, Kürt halklarının bir anti-emperyalist cephe kurmaları, ORTA DOĞU DEVRİMCİ ÇEMBERİ’ni oluşturmaları, emperyalizme karşı kahredici darbenin indirilmesinin başlıca şartlarından biridir.

Bu yüzden Orta Doğu’da senelerden beri verilmekte olan devrimci kavganın pratiğinden geçmek ve ezilen Arap halklarının kurtuluş mücadelesine bir nefer olarak katkıda bulunmak için El Feth’e gittim.

El Feth, Orta Doğu’da halk savaşını yürüten örgütlerin en güçlülerinden biridir. Bu örgüt, emperyalizme karşı verilen savaşta Arap halklarını silahlı mücadele içinde örgütleyip eğiten, Marksist-Leninist devrimcilerin yönetim organlarında bulunduğu birleşik cephe örgütüdür. Örgüt işçi-köylünün büyük ölçüde ittifakını gerçekleştirmiş, küçük burjuvazinin bütün kesimlerinin sıcak savaş içinde desteğini sağlamıştır. Ayrıca, Orta Doğu’daki diğer devrimci örgütlerle birlikte gerici Arap rejimlerini de Filistin halkının silahlı gücü karşısında, görünüşte de olsa, hareketi desteklemek zorunda bırakmıştır.

El Feth’te, diğer ülkelerden gelen ve Orta Doğu’daki halk savaşını emperyalizme karşı verilen savaşın bir parçası olarak gören, orada emperyalizme karşı sıkılan her kurşunun kendi halkının kurtuluşu için sıkıldığını bilen, devrimciler eğitim görür. 13 yaşındaki çocuğundan 80 yaşındaki ihtiyarına kadar halk savaşçılarıyla birlikte omuz omuza savaşa girer. Ve devrimciler, bu halk savaşında 13 yaşındaki devrimcinin, ezilen halkların kurtuluşu için mücadele ettiğinin bilincinde olduğunu görür. Halk savaşının kudretini ve emperyalistlerin halk savaşından korkmakta ne kadar haklı olduğunu görür. Halkın silahlı mücadele içinde nasıl örgütlendiğini, bilinçlendiğini ve emperyalizme karşı nasıl başarıyla savaştığını görür. Bir daha inanır ki, emperyalizmin barbarlıkları, üstün silahlı gücü karşısında dünya halklarının kararlı mücadeleleri sürecek ve mutlaka kalıcı zaferlerle neticelenecektir.

Emperyalizme karşı dövüşmek suç değildir!

Türkiye’de sırtını emperyalizme dayamış işbirlikçi iktidar, Arap halklarının kurtuluş mücadelesine saygı duyan Türkiye halklarına şirin gözükmek için Kahire’ye parlamento heyetleri yollarken Arap halklarının haklı mücadelesine bilfiil katılan Türkiyeli devrimcilere türlü işkenceler ve tertipler yapmaktadır. Arap halklarıyla birlikte emperyalizme karşı savaşmanın suçmuş gibi göstermek için yapılan tertipleri ve devrimcilere yapılan işkenceleri açıklamak isterim.

Memleketime döndüğümden bir buçuk ay sonra izinsiz yurt dışına çıktığım gerekçesiyle Kargamış istasyonunda, 1 Şubat’ta yakalandım. Önce jandarma karakolunda, sonra Gaziantep Emniyeti’nde olmak üzere, dört gün sabahlara kadar işkence altında sorgum yapıldı. İşkencelerin en hafifi, saatlerce süren falaka, gözlere ışık tutmak, saç yolmak idi…

Hâkim sınıflar artık şunu anlamalıdır ki, ne tür işkenceler yapılırsa, ne tür tertipler hazırlanırsa hazırlansın, devrimciler yılmayacak ve haklı kavgalarını sonuna dek sürdürecektir. Türkiye’deki devrimcileri ve devrimci kavgayı Türkiye halklarının gözlerinden düşürmek için yapılan son tertiplerden biri de Diyarbakır Olayı’dır. Memleketlerine dönen devrimciler, bir bir Diyarbakır Tıp Fakültesi’ne sabotaj yapacakları gerekçesiyle tutuklanıyorlar. Maksat açıktır: devrimcileri maceracı, anarşist olarak tanıtmak ve Doğu’da zorlukla kurulan Tıp Fakültesi’ne sabotaj yapılacağı söylentisiyle Doğu halkını Arap halklarının haklı mücadelesine karşı kuşkuya düşürmek, Kürt ve Türk halklarının kardeşliğine nifak sokmaktır.

Bu oyunun düzenleyicileri hâkim çevreler tarafından açıklıkla bilinmelidir:

SAVAŞIMIZ, ÇAĞIMIZIN YÜZKARASI EMPERYALİZME VE ONUN İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞIDIR; EZİLEN DÜNYA HALKLARININ DİRENİŞİNİN BİR PARÇASIDIR VE EMPERYALİZM ORTADOĞU’DAN KOVULANA, DÜNYADAN YOL OLANA KADAR SÜRECEKTİR.

Ant, 24 Şubat 1970

Filistin’deki Birzeit Üniversitesi Öğretmenler ve Çalışanlar Sendikası, Üniversite Öğrencilerinin Dünya Çapında Filistin’le Dayanışmasını Selamlıyor

Ramallah’ta bulunan Birzeit Üniversitesi’nde örgütlü Öğretmenler ve Çalışanlar Sendikası 27 Nisan’da, dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde başlayan Filistin halkıyla dayanışma eylemlerini desteklemek için “Küresel İntifada: Akademik Özgürlüğü Savunurken” başlıklı bir bildiri yayımladı. Dünyanın her yerinde Filistin halkının haklı mücadelesini bastırmaya ve susturmaya çalışan faşist ve Siyonist kampanyaya karşı Filistinli bilim insanlarının ve akademisyenlerin yanında olduklarını vurguladı.

Bildiride Gazze halkına yönelik savaş ve soykırım koşullarında, bölgedeki üniversiteler başta olmak üzere, her türlü Filistin kurumunu ve Filistinli öğrencileri, eğitim çalışanlarını hedef alan Siyonist İsrail’e ve onun akademisine karşı boykotun hiçbir zaman bu kadar acil olmadığı açıklandı. İsrail akademisi Filistin’de uygulanan etnik temizlikte ve askerî işgalde merkezî bir rol oynarken Siyonistlerin akademik özgürlük iddialarının palavradan başka bir şey olmadığı belirtildi.

Birzeit Üniversitesi’ndeki eğitim emekçileri, İsrail akademisinin gerçek yüzünü ifşa etmek ve Siyonist akademiyi boykot etmek için dünyanın birçok üniversitesinde eylemler gerçekleştiren öğrenci hareketini sonuna kadar desteklediklerini açıkladı. İsrail’in Filistin halkına yönelik etnik temizlik ve soykırım girişimine karşı ortaya çıkan uluslararası intifadayı büyütmenin ve faşizm karşısında kampüslerde sesimizi yükseltmenin kalbi Filistin ile birlikte atan tüm öğrencilerin ve akademisyenlerin görevi olduğu vurgulayan bildiri, tüm eğitim sendikalarına ve öğrenci hareketlerine örnek olmalı.

Siyonistlerin tecavüz iddialarının asılsız olduğu ortaya çıktı, Siyonistler kendi cinsel suçlarını gizliyor

7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı Operasyonu’nun başlangıcından bu yana Siyonistler, Filistinli özgürlük savaşçılarının İsrailli kadınlara tecavüz ve cinsel tacizde bulunduğu yönünde suçlamaları gündeme getiriyor. Bu suçlamalara ilişkin hiçbir video veya başka herhangi bir kanıt kamuoyuna sunulmamış olsa da, İsrail’in cinsel veya başka türlü zulmüne ilişkin sayısız örnek dünya çapında sosyal medyada dolaşıyor. Filistin kurtuluş mücadelesinin dostları, Filistinli özgürlük savaşçılarına yönelik karalama kampanyasını durdurmak için kanıt talep etmekteler. Siyonistler ise Filistinlileri barbar olarak göstermeye yönelik asılsız hikayelerden başka bir şey üretmiyorlar.

New York Times’ın 28 Aralık’ta röportaj yaptığı, adı açıklanmayan bir İsrailli sağlık görevlisi, bu suçlamanın başlıca kaynaklarından biri oldu. Bu doktor, 7 Ekim’den sonra yaptığı araştırmada Beni yerleşim yerindeki yarı çıplak iki genç kadının cesetlerinde cinsel istismara dair kanıt bulduğunu iddia etmişti. Şu ana kadar bu ifade suçlamanın ana dayanakları arasında yer aldı.

Ancak yakın zamanda ortaya çıkan, yerleşim yerindeki bir İsrail askerinin saldırı gününde çektiği video görüntüleri bu hikâyeyi yalanlıyor. Videoda hiçbir tecavüz veya taciz belirtisi olmayan, tamamen giyinik üç kadın görülüyor. İsrail topluluklarının bizzat kendileri tarafından yapılan daha ileri araştırmalar da şu ana kadar iddiayı yanlışladı. New York Times’ın tekrar temasa geçmesi üzerine kimliği bilinmeyen doktor daha fazla yorum yapmayı reddetti.

Bu arada, İsrail’in tecavüz, işkence ve tacizlerine ilişkin görsel kanıtlar, emperyalist basın üzerinde hiçbir etki yaratmadan artıyor. Kurbanların ifadelerine rağmen, ana akım emperyalist basında İsrail zulmüne dair tek bir haber bile yayınlanmadı. Dünya çapındaki Siyonistler, savaşlar sırasında böyle kabul edilemez şeylerin meydana gelebildiğini iddia ederek, bu suçlamaları savunmuşlardır. Bu çifte standartlı utanmaz tutum, Siyonizm’in ne kadar sahtekarlığa dayandığını göstermeye yeterlidir.