1950-1951 Bağdat Bombardımanları Hakkında Şoke Edici Bir İddia

Avi Shlaim’in ailesi Bağdat’ta huzurlu bir yaşam sürdürüyordu. Babil’deki varlıkları 2500 yıl öncesine dayanan Irak’ın Yahudi azınlığının müreffeh ve seçkin üyelerindendiler; hizmetçileri ve dadıları olan büyük bir eve sahiptiler, en iyi okullara gittiler, ülkenin önde gelenleriyle arkadaşlık ettiler ve bir ışıltılı partiden diğerine giderek yaşadılar. Shlaim’in babası, bakanlarla ahbaplık eden başarılı bir iş adamıydı. Kendisinden çok daha genç olan annesi ise Mısır Kralı Faruk’tan Mossad’a kadar hayranları olan, toplumsal yönden hırslı ve güzel bir kadındı. Irak toplumunun bu ayrıcalıklı kesimi için içinde yaşadıkları ülke zengin, kozmopolit ve genel olarak uyum içinde yaşanan bir yerdi. Ve bunlar 1945’te Bağdat’ta doğan genç Shlaim’in iyi günleriydi.

Ancak bu durum uzun sürmeyecekti. 1950 yılında, Irak’ın başkentindeki Yahudi nüfusunu hedef alan bir dizi bombalı saldırı sonrasında, o ve ailesi, yeni kurulmakta olan İsrail devletinde yeni bir hayata başlamak için eski vatanlarından kaçmak zorunda kaldı. O günlerde ellili yaşlarında olan babası İbranice konuşamıyordu ve bu taşınma yüzünden her şeyini kaybetti. Birkaç başarısız iş kurma girişiminden sonra bir daha hiç çalışmadı. Shlaim’in hayat dolu annesi, Bağdat’ta bir sosyete mensubunun ışıltılı hayatını, Tel Aviv’in doğusundaki Ramat Gan’da çok daha kötü koşullar içinde yaşadıkları sıradan bir telefonculuk işiyle değiştirerek boşluğu doldurmak zorunda kaldı. Çift ayrı düşüp boşandı ve Shlaim’in babası 1970 yılında öldü.

Emekli bir Oxford profesörü ve Arap-İsrail çatışmasının saygın tarihçilerinden olan Shlaim, 70 yıldan uzun bir süre sonra çalkantılı çocukluğunun derinliklerini deşerek, İsrail’le kurdukları ilk ilişkisinin bir aşağılık kompleksi tarafından şekillendirildiğimi anladı. Arap topraklarından gelen Yahudiler olan Sefaradlar, Avrupalı soydaşları olan Aşkenazlar tarafından hor görülüyordu. Okulda adeta dili tutulmuş, suskun biriydi ve İsrail’de geçirdiği mutsuz bir dönemin ardından ancak genç bir delikanlı olarak Britanya’ya yerleştiğinde kendine güvenini yeniden kazanabildi.

Bu sarsıcı ve son derece tartışmalı kitabın odağında Shlaim’in 1950 ve 1951 yıllarında Bağdat’ta Yahudi hedeflere yönelik bombalı saldırılar hakkındaki araştırması yer alıyor. Bu yıllar arasında yaklaşık 135.000 kişilik Yahudi nüfusunun 110.000 kadarı Irak’tan İsrail’e göç etti. İsrail bu saldırılarla herhangi bir ilgisi olduğunu sürekli olarak reddetmiş olsa da Yahudi toplumunu Irak’tan kaçıp İsrail’e yerleşmeye ikna etmekle görevli Siyonist ajanların gizli faaliyetleri konusunda şüpheler mevcuttu. Shlaim’in patlattığı bomba ise, Yahudilerin Babil’deki bin yıllık varlığının sona ermesine yardımcı olan “terörist saldırılarda Siyonistlerin parmağı olduğuna dair inkâr edilemez kanıtları” ortaya çıkarmak oldu. Bu son derece ciddi bir iddia ve her daim hararetle tartışılacak.

Bu, kişisel olanla politik olanı başarıyla harmanlayan ve oldukça ustaca yazılmış bir kitap. Aile hayatının hem ihtişamlı hem de ıstıraplı anıları can alıcı bir şekilde yeniden yaratılmış. Shlaim, 1948’de İsrail’in kurulmasının tek kurbanının Filistinliler olmadığını hatırlatan kuvvetli ve insancıl bir ses. Siyonist projenin, Arap topraklarındaki Yahudilerin konumuna ölümcül bir darbe indirdiğini, onları kabul gören yurttaşlardan yeni Yahudi devletinin beşinci kol faaliyetlerinin olağan şüphelilerine dönüştürdüğünü savunuyor. Hem Arap hem de Yahudi kimliğine kararlılıkla bağlı kalması bu anı kitabının başlığını,(Three Worlds Memoir of an Arab Jew, Üç Dünya: Bir Arap Yahudisinin Anıları) oluşturuyor.

Shlaim, askerlik hizmetini ve 1966’da Cambridge’e üniversite öğrencisi olarak gelişini anlattıktan sonra, öyküsünü Siyonizm ve modern İsrail devletine karşı tam cepheden bir saldırı başlattığı olağanüstü bir sonsözle sonlandırıyor. Bundan önce anlatılmış olan her şeyden sonra bile, bu bölümün sertliği hayrete düşürüyor.

Bu, bazı okuyucuları hayrete düşürecek çarpıcı bir J’Accuse[1]. Avrupa merkezci Siyonist hareketin ve İsrail’in Araplar ve Yahudiler, İsrailliler ve Filistinliler, İbraniler ve Araplar, Yahudilik ve İslam arasındaki fay hatlarını derinleştirdiğini savunuyor. Siyonizmin “Çoğulculuk, dini hoşgörü, kozmopolitizm ve bir arada yaşama” gibi kadim bir mirası silmek için aktif olarak çalıştığını anlatıyor. “Siyonizm her şeyden önce birbirimizi insan olarak görmemizi engelledi” diyor. Başlangıçta “Filistin’in etnik temizliğini” gerçekleştiren “yerleşimci-sömürgeci bir hareket” tarafından kurulan İsrail, “komşularına soykırım niyetleri atfeden ve her zamanda kuşatılmış gibi davranan bir kale devlet” haline gelmiştir. Bu oldukça zorlu bir tartışma. Shlaim, ailesi de dahil olmak üzere İsraillilerin çoğunluğunun İsrail’in bir “apartheid devleti” olarak tanımlanmasına öfkelendiğini itiraf ediyor, ancak kendisi tam olarak böyle düşünüyor.

Geleceğe yönelik en etkili yola gelince, yazarın İsrail-Filistin meselesinde “iki devletli” çözümün iflas ettiği sonucuna karşı çıkmak çok güç. İsrail yerleşimlerinin yıllarca durmaksızın ve yasadışı bir şekilde genişlemesinin ardından, bunu göstermenin en açık yolu basit bir soru sormaktır. Filistin devleti tam olarak nerede kurulacak?

Shlaim’in tercih ettiği ve bir zamanlar aşırı uç bir yaklaşım olarak kabul edilen, fakat artık Filistinliler de dahil olmak üzere giderek artan bir ciddiyetle ele alınan, ancak çok az sayıda İsraillinin kabul ettiği çözüm, “etnik köken veya dine bakılmaksızın tüm vatandaşları için eşit haklara sahip” tek devletli çözümdür. Bu İsrail Yahudi devletinin sonu anlamına gelecektir. Peki bu neden düşünülmelidir ki? Shlaim son bir bıçak darbesiyle şöyle cevap veriyor: “21. yüzyılda apartheid sürdürülebilir değildir.”

Justin Marozzi

[1] “J’Accuse” (Suçluyorum), 19. Yüzyılda Fransa’daki ünlü Alfred Dreyfus davasında hükümet ve ordunun delilleri örtbas ederek kurduğu kumpasa dikkat çekmek için Émile Zola tarafından yazılan bildiri. (çevirmenin notu) https://www.spectator.co.uk/article/the-shocking-truth-behind-the-baghdad-bombings-of-1950-and-1951/

Normalleşmeye karşı “ilk kurşun”

Arap dünyasının birçok köşesinde iktidarda olan gerici rejimler ile halk arasındaki ikilik her geçen gün artıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump döneminde bizzat ABD emperyalizminin girişimiyle “İbrahimî Anlaşmalar” denilen bir süreç başlamış, Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan ile Siyonist İsrail arasında normalleşme antlaşmaları imzalanmıştı. Normalleşme adıyla yutturulmaya çalışan ise Filistin halkına ihanet ve Siyonizme teslimiyetti. Mısır ve Ürdün bu ihanet yoluna zaten daha önceden girmişti. Suudi Arabistan ise bugünlerde İsrail ile   normalleşmek için pazarlık yapıyor, fiyatını yükseltmeye çalışıyor. Bu sürecin anlamı Filistin halkının şanlı direnişinin yalnızlaştırılması, Siyonizm muhipliğinin ise Ortadoğu’da vaka-i adiye haline getirilmesidir.

Arap halkının kalbinin ise Körfez’den Kuzey Afrika’ya, Mısır’dan Biladu’ş-Şam’a kadar Filistin direnişiyle attığını anlamak mümkün. Halkın fikrini açıkça soran, “Siyonizme teslimiyet hakkında ne düşünüyorsun” diye onlara danışan yok, dolayısıyla bu sesi duymak daha zor. Ama alametleri okumayı bilen için ortadaki tablo çok açık. Katar’daki dünya kupası sırasında İsrail televizyonlarının mikrofon uzattıkları Arap taraftarlarca sıklıkla reddedilmesi de, diasporadaki Arap gençleri arasında Filistin davasının gitgide güçlenmesi de bunun birer işareti. Bir diğer önemli işaret ise Arap devletlerinin ihanetine ya da en iyi ihtimalle atıllığına rağmen, bu devletlerin vatandaşlarından gelen bireysel direniş eylemleri.

Geçtiğimiz aylarda yaşanan çeşitli örneklere ek bir vaka, Haziran başında Mısır-İsrail sınırında yaşandı. Bölgede görevli genç bir Mısır polisi, sınırdaki bir açıklıktan yararlanarak İsrail tarafına geçti, yaklaşık 2 kilometre yürüyerek Nitzana yakınlarındaki küçük bir İsrail askerî kontrol noktasında iki Siyonist askeri öldürdü. Başka Siyonist askerlerin de gelmesini bekleyerek onlarla çatışmaya girdi ve bir Siyonist askeri daha öldürdükten sonra elde silah dövüşerek hayatını kaybetti.

Mısır devleti ilk başta bu bireysel direniş eylemini inkâr etmeye çalışıp, İsrail askerlerinin ölümünün uyuşturucu kaçakçılarına açılan ateşten kaynaklandığını açıkladı. Eylemin içeriğine dair bilgiler yayılmaya başlayınca gerçeği itiraf edip, tek başına hareket eden bir polisin bu eylemi gerçekleştirdiğini kabul etmek zorunda kaldı. Belki de daha da önemlisi, devletin ve devlet medyasının sansür girişimlerine rağmen, özellikle sosyal medyada Mısır halkının bu polisi bir kahraman olarak sahiplenmesi oldu. Arap halkı bunu yaparak yalnıza bir bireysel direniş eylemini sahiplenmiyor, teslimiyet yolunu seçen Arap rejimleri karşısında kalbinin Filistin direnişiyle attığını da bir kez daha gösteriyor. Türkiye’deki istibdad rejimi de aynı teslimiyet yolunu tutmuş durumda. Bize düşen ise istibdadın hıyaneti karşısında Filistin direnişine omuz vermektir!

Gazzeli Necla ve İsrail Apartheid’ı

Filistin halkı, tarihî Filistin topraklarının her bir yanında, Siyonizmin zulmüyle boğuşuyor. 1948’te işgal edilen topraklarda bulunanlar Siyonist İsrail devletinin Apartheid rejimi (yasal ayrımcılık düzeni) içinde ikinci sınıf vatandaşlığa denk gelen bir yasal statüyle yaşıyor. Batı Şeria halkı ise her biri duvarlarla ve kontrol noktalarıyla birbirinden ayrılmış adacıklarda, ya işgal hukuku altında ya da işbirlikçilerin copunun ve sopasının gölgesi altında bulunuyor. Gazze ise mutlak ve amansız bir kuşatma altında. Gazze’deki işgal hukukunun alçaklığı, Mayıs ayında kendini bir kez daha gösterdi.

Bu seferki vaka, ortada silah ve savaş yokken dahi, Siyonist işgalin Filistin halkına gadrinin nasıl korkunç biçimler alabileceğini açıkça gösteriyor. Gazze’de yaşayan Necla İrcilet’e 2022’nin haziran ayında göğüs kanseri teşhisi konuldu. Gazzeli Necla’nın ilk tedavisini Gazze’deki doktorlar üstlendi. Önce bir ameliyatla kötü huylu tümör alındı, sonra da Siyonizme karşı savaşan Gazze’de kansere karşı savaş kemoterapi ile devam etti. Sonraki aşamada ise doktorlar radyoterapiyi salık verdiler.

Ne var ki Siyonizmin ambargosu altındaki Gazze’de bu tedavi imkânı yok, yani Gazzeli Necla’nın tedavi için Küdüs’e, Filistin’in tarihî başkentine gitmesi gerekiyor Hepi topu 80 kilometre. Ama bu iki Filistin toprağının arasında Siyonizmin askerleri, duvarları, dikenli telleri var. Yani Filistinli Necla’nın, Filistin’in Gazze’sinden, Filistin’in Kudüs’üne gitmesi için Siyonistlerin izni lazım. Siyonizmde ise ne izan ne vicdan bulunur. Seyahat izni için Gazzeli Necla’nın ilk başvurularını reddeden Siyonistler, yeni başvurulara ise “değerlendirme aşamasında” demekle yetiniyor. Yani Gazzeli Necla, kendi vatanındaki bir saatlik yolu yapamadığı için ölümün pençesindeyken, Siyonist işgalci “bakacağız” demekle yetiniyor.

Necla daha 45 yaşında. Bu insanlık dışı işgal elbet bitecek. Siyonist Apartheid elbet Filistin halkının ayaklarının altında ezilecek. O gün geldiğinde, hem kanserle hem de Siyonizmle savaştan zaferle çıkmış olan Gazzeli Necla, Filistin’in bölünmemiş başkenti Kudüs’e Siyonizmin değil askerini, bayrağını bile görmeden, tedaviye değil bayram etmeye gidecek.

AB İsrail’in Katil Polisleri İle İşbirliği İçinde

Itamar Ben-Gvir’e, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı son işgalinde İsrail polisi eşlik etti.

İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, İsrail polis güçlerinin son Mescid-i Aksa işgalinde polislerin yanında idi.

Hollanda büyükelçisi gibi bazı diplomatlar, bu durumu hoş karşılamayarak, ziyareti kışkırtıcı buldular. Ama AB’li diplomatlar onun dışındaki hemen hemen her İsrail temsilcisini Tel Aviv’deki AB büyükelçiliğinin ev sahipliği yaptığı resepsiyonlara davet ettiler.

AB elçileri, Siyonizm’in liberal ambalaj kağıdı içinde sunulmasını tercih ediyor. Ben-Gvir, ambalaj kağıdını çıkararak Filistinlilere karşı ölümcül bir nefreti ve Filistinlilere tamamen hükmetme arzusunu ortaya çıkardı.

Ben-Gvir güvenlik bakanı olmadan çok önce de, İsrail polisi Filistinlilere karşı aynı nefreti sergiliyordu. Birkaç gün önce Yahudi üstün ırkçılarının “Araplara Ölüm” mitingi sırasında Filistinlilere saldırdıkları vahşet İsrail polisini bilenler için tanıdıktı.

AB, Ben-Gvir ile doğrudan muhatap olmaktan kaçınsa da, uzun süredir İsrail polisiyle işbirliği yapmaya istekli görünüyor. Bilgi edinme özgürlüğü talebiyle elde edilen bir belge, bunu kanıtlıyor. AB Kolluk Kuvvetleri Eğitim Ajansı (CEPOL olarak bilinir) için hazırlanan Haziran 2016 tarihli belgede, CEPOL temsilcilerinin o ay İsrail Ulusal Polis Akademisine yaptıkları ziyaret sırasında AB-İsrail işbirliğindeki “kullanılmamış potansiyeli” vurgulamaları tavsiye ediliyor.

Satır aralarını okuyan, CEPOL’ün İsrail işgaliyle işbirliği yapmak istediğini hiçbir şüphe yer bırakmayacak şekilde görüyor.

CEPOL belgesinde 2016 gezisinin güzergahında İsrail Sınır Polisi ile yapılan görüşmelerin yer aldığı belirtiliyor. Sınır Polisinin, Doğu Kudüs de dahil olmak üzere Batı Şeria’yı işgal eden İsrail ordusu ile kilit bir ortak olduğu ve pratikte ondan ayrılmadığı biliniyor.

Bu ziyaretten bir yıldan kısa bir süre önce – Eylül 2015’te – İsrail açık ateş düzenlemelerini gevşetmiş. askerlere ve polise, taş veya Molotof kokteyli atan Filistinlilere, yani aşırı baskı altında doğan çocuklara ve gençlere karşı gerçek mühimmat kullanmaları için daha fazla hareket alanı tanımıştı.

Bu yüzden CEPOL, İsrail-AB işbirliğindeki “kullanılmamış potansiyelden” yararlanmak istediğini öne sürdüğünde, çocukları cezasız bir şekilde öldüren bir polis gücüyle daha yakın ilişkileri savunmuş oluyor.

CEPOL, 2007’den beri İsrail ve Filistin Otoritesinin polis güçleriyle iş birliği yapıyor.

AB kodamanları, “her iki tarafla” çalışmanın dengeli bir yaklaşımın kanıtı olduğunu ima etmeyi seviyor. Acı gerçek şu ki, acımasız bir askeri işgal bağlamında “denge” imkansızdır.

“Her iki taraf” söylemi de yanıltıcıdır. Çünkü AB, İsrail’i stratejik bir müttefik olarak görüyor. “Terörizm” terimini de İsrail’in Filistinlileri korkutmak için kullandığı bahane olduğunu biliyoruz.

Bu nedenle AB’nin Ben-Gvir’e soğuk davranma çabalarına şüpheyle yaklaşılmalıdır. AB, ırkçı şiddeti uzun süredir uygulayan bir polis gücüyle işbirliği yapmaya devam ederse, onun görüneceği korkusuyla resepsiyonları iptal etmek anlamsız bir jest olur

Kaynak: https://electronicintifada.net

“Her şeyi geride bıraktık!” – 75. Yılında Nekbe

Fatma Ebu Dayya, ailesi Yibna’daki evlerini terk etmek zorunda kaldığında 7 yaşındaydı. (Rami Bolbol)

1947-49 yılları arasında 750.000 ila bir milyon Filistinli, Siyonist milisler tarafından bir daha geri dönmemek üzere zorla topraklarından sürüldü.

Filistin’in yerli halkını terörize eden katliamlarda yüzlerce köy ve kasaba yok edildi, binlerce Filistinli öldürüldü.

Katliamdan yetmiş beş yıl sonra, tanık neslin birçoğu artık aramızda değil. Ancak bazıları Arapça “felaket” anlamına gelen Nekbe’nin öyküsünü anlatmak için hâlâ hayatta.

Bugün 82 yaşında olan Fatma Ebu Dayya, 1948 yılında ailesi Siyonistler tarafından ele geçirilen köyleri Yibna’dan kaçmak zorunda kaldığında 7 yaşındaydı. Yibna köyü, Remle’nin 15 kilometre güneybatısında yer alıyor.

“Babam, evimizin anahtarını ve bazı giysileri aldı, sonra da eşeklerin çektiği bir arabaya bindik. Önce Aşdod’a gittik,” diyor The Electronic Intifada web sitesine. Fatma Ebu Dayya, Aşdod’a giden yolu “çok uzun ve aşırı kumlu” olarak hatırlıyor.

Ancak Aşdod da güvenli değildi. “Aşdod ve civar bölgeler de hava saldırılarına maruz kalıyordu, bu yüzden oradan ayrılıp Gazze’ye gitmek zorunda kaldık.”

Aile en sonunda Fatma’nın çocukluğunun geçeceği bir mülteci kampında, Gazze’nin Beyt Lahya bölgesinde durdu.

“Nekbe kelimesini düşündüğümde yüreğim sızlıyor. Hiçbir şey yerinden edilmek, kendi anılarından ve hayatından koparılmak kadar kötü hissettiremez.”

Yibna narenciyeleri, zeytin ve palmiye ağaçları ve tatlı su kaynaklarıyla meşhur bir yerdi. Fatma da çiftçi olan babasına yardım ederdi.

“Topraklarımızın kokusunu çok özlüyorum. Biz ayrıldıktan sonra babam portakal ve üzüm ekinlerine geri dönme hasretini hiç yitirmedi. O geri dönme umudunu hiç kaybetmedi.”

İnsanların yaklaşan Siyonist milislerden nasıl kaçtıklarını, bazılarının bombalardan kaçmak için her şeylerini geride bırakarak yalınayak koştuklarını capcanlı bir şekilde hatırlıyor.

Fatma’nın ailesi tanık olduğu trajedilere rağmen, yerlerinden edilmelerinin geçici olacağından emindi.

Bugün Fatima’nın 10 torunu var ve bir gün Yibna’ya dönmeye kararlı.

“Her sabah torunlarıma Yibna’daki çocukluğumla ilgili öyküler anlatıyorum ve onları Yibna’nın tarihi hakkında eğitiyorum. Onlara ne kadar basit ama mutlu günlerimiz olduğunu anlatıyorum.”

İsrail yalnızca topraklarını çalmakla kalmadı.

“İsrail tarihimizi ve anılarımızı çaldı. Torunlarıma Filistin’in onların değil bizim vatanımız olduğunu öğretmek benim görevim.”

Şair

Hasan el-Deryavi, torunlarına Hayfa’daki evlerini anlatıyor. (Rami Bolbol)

83 yaşındaki Hasan el-Deryavi Hayfalı. Ailesi tehcir edildikten sonra onlar da Beyt Lahya’ya yerleşmişler.

Emekli bir Arapça öğretmeni olan Hasan, ailesi Hayfa’yı terk etmek zorunda kaldığında 8 yaşındaymış.

“Evvela Siyonist milisler Kermil Dağı civarını işgal etti. Sonra tüm bölgeyi bombalamaya başladılar.”

Hasan ve ailesi yanlarına yalnızca taşıyabilecekleri eşyalarını alarak kaçmışlar.

“Babam birkaç gün sonra döneceğimizi düşündüğünden, içine temel eşyalarımızı koyduğumuz küçük bir çanta hazırladı yalnızca. Anımsayabildiğim kadarıyla ben de okul çantamı ve topumu almıştım. Diğer her şeyi geride bıraktık; toprağımızı, evimizi, paramızı ve hayallerimizi. Kendimizi bile orada bıraktık, bir gün geri döneceğimiz umuduna tutunarak.”

Babası o günlerde ticaretin merkezi olan Hayfa limanında çalışıyordu. Bir tarih meraklısı olan Hasan, Hayfa limanını ele geçirmenin Siyonistler için bir öncelik olduğunu, çünkü kentin Akdeniz bölgesine açılan bir kapı olarak stratejik bir konuma sahip olduğunu belirtiyor.

“Hayfa tarihi boyunca ticari ve askeri olarak son derece önemliydi. Bu yüzden sömürgeciler de hep bu şehri istedi” diyor The Electronic Intifada‘ya.

Hasan, birinci sınıfı Hayfa’daki El Vidad İslami Okulu’nda okumuş.

“Şahit olduğum en korkunç durum okulumun yerle yeksan olmasıydı. Siyonistlerin okulumu topçu atışlarıyla bombaladığı anı hâlâ hatırlıyorum.”

Hatırladığına göre Hayfa’daki son günler çok gergin geçmekteydi. Çatışmalar ve bombardıman yoğunlaştıkça, çocuklar sık sık koltukların altına sığınmak zorunda kalıyorlardı.

“Okulumuza gidebilmek için her gün kız kardeşlerimle birlikte uzun bir mesafeyi yürürdük. Okula varana kadar kurşunlardan saklanmak ve sokaktan sokağa koşturmak zorundaydık.”

İsrail, Gazze’yi dünyanın geri kalanından tecrit etmeden önce; Hasan, 1980’lere kadar öğrencilerini kimi zaman Filistin’de gezilere götürürdü.

“Bir gün Hayfa’yı da ziyaret ettik ve öğrencilerime evimin olduğu yeri, arkadaşlarımla futbol oynadığım ve dabke dansı yaptığım yerleri gösterdim. Keşke orayı tekrar görebilsem.”

Hasan, kimi zaman Hayfa hakkında şiirler yazıyor ve torunlarına daima Hayfa’yı hatırlatıyor.

“Biri bana görünmezlik pelerini verse, gizlenip Hayfa’ya giderim. Her karış toprağını, sokaklarını ve limanını hayal etmeye devam edeceğim. Her birimizin içinde derin bir yara var ve geri dönmedikçe bu yara asla iyileşmeyecek.”

Hayatta Kalan

Süleyman Hamdan, ailesinin Gazze’deki bir mülteci kampına nasıl sığındığını berrak bir şekilde hatırlıyor. (Rami Bolbol)

Bugün 81 yaşındaki Süleyman Hamdan, 1948 yılında altı yaşındaydı. Beş erkek ve dört kız kardeşiyle birlikte büyüdü.

O zamanlar dul olan Süleyman’ın annesi, köyleri Mağar’ı terk etmek zorunda kaldı; bu da zorlu yolculuk sırasında evlerinden, eşyalarından koparılmaları ve hatta Süleyman’ın kendisini de geride bırakması anlamına geliyordu.

Süleyman’ın annesi bir solunum yolu hastalığından muzdaripti ve zorlu yürüyüş sırasında sürekli tıbbi yardıma ihtiyaç duyuyordu. 1948’de Mağar’da Siyonist milislerin saldırısına uğradıktan sonra evini terk etmek ve Tiberya bölgesindeki Mecdel’e taşınmak zorunda kaldı.

“Annem için Mecdel’e olan uzun yolculuğu tek başına idare etmek çok güçtü. On çocuğu vardı ve beni yanına almayı unutmuştu. Neyse ki komşularından biri beni aldı ve anneme geri getirdi.”

Ancak Mecdel de kısa süre sonra saldırıya uğradı ve aile tekrar kaçmak zorunda kaldı. Daha da güneye doğru kaçtılar ve Gazze’nin hemen güneyindeki Refah’a ulaşana kadar da durmadılar.

Süleyman bugünlerde Mağazi mülteci kampında yaşıyor.

Süleyman uzun yıllar İsrail’de işçilik yaptı. Hatta bazen Mağar yakınlarındaki bir köy olan Yazur’da da çalışırmış.

Orada mazisinin acı hatıraları peşini bırakmazdı. Yine de kendi köyüne hiç gidememiş.

Kardeşinin ve Mağar’daki daha pek çok kişinin başına gelenleri ise hâlâ canlı bir şekilde hatırlıyor.

O günlerde köyün yakınlarında Britanya ordusuna bağla bir bölüğün konuşlanmış olduğunu hatırlıyor ve The Electronic Intifada’ya anlattığına göre, Britanya bölüğü kampı terk etmeden evvel yerel halkı kampı ele geçirmeleri için ikna etmeye çalışmışlar.

Ancak bu bir tuzaktı: 1920’lerden 1940’lara kadar Filistin’i idare eden Britanyalılar, kampta saklanan bir grup Siyonist’e silah ve mühimmat vermişti. Filistinli köylüler kampa vardıklarında üzerlerine ateş açıldı.

Süleyman’ın hatırladığına göre 25’ten fazla genç oracıkta katledildi. Kardeşi Mahmud da o gençlerle birlikteydi ancak kurtulmayı başardı.

Bu katliamın ardından Mağar halkı kaçtı.

Süleyman’ın babası köyün muhtarıydı. Dedesine 1880’lerde Osmanlı ordusunda hizmet ettiği için verilen 50.000 metrekareden fazla portakal bahçesine ve bir de su kuyusuna sahipti.

Süleyman, “Hiçbir eşyamızı yanımıza alamadık,” dedi. “Savaştan sonra topraklarımıza dönmeyi umut etmemize rağmen, yerinden edilen hiç kimse bunu yapamadı. Mülklerimiz yitip gitti. Babamın en çok özlediği şey su kuyusuydu.”

Geleneklerinizden ve tarihinizden vazgeçmeyin. Süleyman şimdi gençlere bunu nasihat ediyor.

“Her zaman köklerinize bağlı kalmalısınız,” diyor. “Onlar sizin geçmişinizdir; geleceğinizi şekillendirirler.”

Yasmin Ebusayma, Gazzeli serbest yazar ve çevirmendir.

The Electronic Intifada sitesinden çevrilmiştir.

Orjinali için: https://electronicintifada.net/content/we-left-everything-behind-nakba-75/37766

Berlin’deki Filistinli Tutsaklar Günü Gösterileri Polis Tarafından Yasaklandı

Berlin polisi, Samidun Almanya tarafından 15 ve 16 Nisan’da Filistin Tutsaklar Günü sebebiyle düzenlenmek istenen gösterileri yasakladı. Alman devletinin Filistinlilerin haklarına, özgürlüklerine, ifadelerine ve varoluşlarına yönelik bu saldırısı, Almanya’nın Siyonist İsrail devletine verdiği desteği gösteriyor.

1996’dan beri Berlin’de düzenlenen gösterileri Almanya 2021 ve 2022 yılında da yasaklamıştı.

Alman devleti bu yasaklama ile -Berlin polisi aracılığıyla- Siyonist işgal güçleri tarafından hapsedilen 4.800’den fazla Filistinliye saldırıyor ve Filistin Tutsaklar Günü’nü baskı ve susturma amacıyla hedef alarak adalet ve özgürlük mücadelesine karşı çıkıyor.

Filistinliler, sömürge işgali tarafından parmaklıklar ardına kapatılan Filistinli tutuklulara destek amacıyla her yıl 17 Nisan’da Filistinli Tutsaklar Günü’nü anıyor. Bu günde, işkenceye, çocukların hapsedilmesine ve hapsetmenin sömürgecilerin Filistin’in kurtuluşuna ve kendi kaderini tayin hakkına karşı bir silah olarak kullanılmasına karşı sesini yükseltiyor.

Filistin Tutsaklar Günü 68. gündür açlık grevinde olan Kadir Adnan’dan, Velit Daqqah’a, parmaklıklar ardında önderlik etmeye ve mücadele etmeye devam eden mahkumların isimlerini ve hikayelerini dünyanın tüm şehirlerine haykırdığımız uluslararası bir gün.

İsrail Jaabis, Ahmet Sedat, Mervan Barguti, Nael Barguti, Abdullah Barguti, Ahmet Manasra ve parmaklıklar ardındaki 4.800 Filistinli tutsağın yanı sıra Fransa’da 38 yıldır hapiste olan George Abdullah’ı ve Filistinli aktivistleri selamlıyoruz.

Berlin polisinin bu eylemini, Filistinli tutsaklar hareketine yönelik bir saldırı olarak görüyoruz ve tüm Filistin dostlarını onların derhal serbest bırakılması için daha da güçlü bir şekilde harekete geçmeye çağırıyoruz.

Filistin Toprak Günü’nün 47’nci yılı

Filistinlilerin direnişinin sembolü haline gelen Toprak Günü’nün 47’nci yılı dolayısıyla Gazze Şeridi’nde ve işgal altındaki Filistin topraklarında etkinlikler düzenleniyor.

Filistin halkının mücadelesini, toprak bütünlüğünü, bağımsızlığını ve özgürlüğünü simgeleyen “30 Mart Toprak Günü”nde siyonist işgal, her yıl olduğu gibi bu yıl da başta Filistin toprakları olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde protesto ediliyor.

İsrail güçleri, 30 Mart 1976’da Filistin’in kuzeyindeki Celile bölgesinde yaşayan İsrail vatandaşı Filistinlilere ait binlerce dönüm araziye el koydu. Bunun üzerine Filistin halkı, bu gaspı protesto etmek için direniş başlatarak, genel greve gitti. İsrail polisi gösterilere katılan Filistinlilere ateş açarak 6 kişiyi öldürdü ve yüzlerce kişiyi yaraladı. Bu olay, İsrail’in Filistin topraklarına el koymasına karşı direnişin sembolü haline geldi. 30 Mart o günden beri “Filistin Toprak Günü” olarak anılıyor.

30 Mart tarihi, Filistin topraklarının işgal altında olduğunu göstermesi, siyonist işgale karşı Filistin halkının varlığını, birliğini, toprak bütünlüğünü, bağımsızlığını ve özgürlüğünü ifade etmesi açısından önemli bir gün. 47 yıldır sürdürülen bu gelenekle Filistinliler, vatanlarından vazgeçmeyeceklerini, yurtlarına dönmek için mücadelelerini sürdüreceklerini, siyonist işgali tanımayacaklarını dile getiriyor.

Israilli Bakandan Etnik Arındırma Çağrısı

Aşırı sağcı İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich radikal Yahudi yerleşimcilerin saldırdığı Filistin köyü Huvara’nın tamamen ortadan kaldırılmasını istedi.

Netanyahu’nun aşırı sağcı koalisyonunda yer alan Yahudi yerleşimci yanlısı bir partinin başkanı olan Smotrich, bugün düzenlediği basın konferansında “Bence Huvara’nın silinmesi gerekiyor” dedi.

İki İsrailli yerleşimcinin arabalarında oturdukları sırada Filistinli olduğundan şüphelenilen bir silahlı kişi tarafından öldürülmesinden iki gün sonra radikal Yahudi yerleşimciler, Filistin köyü Huvara’da çok sayıda evi ve aracı ateşe vermiş, olaylarda bir Filistinli öldürülmüş, onlarca kişi yaralanmıştı.

İsrail etnik arındırmayı 1948’deki Nekbe’den bu yana sistematik olarak devam ettiriyor.

İsrail’in Cenin Kampına Yaptığı Saldırı ABD’nin Şikago Şehrinde Protesto Edildi

İsrail işgal güçleri, 26 Ocak Perşembe günü Cenin mülteci kampına yaptığı saldırıda 10 Filistinliyi katletmiş çok sayıda Filistinliyi de yaralamıştı. ABD’nin birçok metropolünde bu saldırı Filistin ve Arap diasporasının oluşturduğu kitleler tarafından protesto ediliyor ve dayanışma eylemleri düzenleniyor. Bu eylemlerden biri 29 Ocak Pazar günü ABD’nin Illinois eyaletine bağlı Şikago şehrinde gerçekleştirildi. “Filistin’de Adalet için Şikago Koalisyonu” (Chicago Coalition for Justice in Palestine) adlı çatı örgütü tarafından organize edilen eyleme “Filistinde Adalet için Öğrenciler Platformu” (Students for Justice in Palestine Chicago) , “Filistin için Amerikalı Müslümanlar” (American Muslims for Palestine), “Filistin Topluluk Ağı” (U.S Palestinian Community Network) , “Barış için Yahudilerin Sesi Platformu” (Jewish Voice for Peace) ve “Şikago Siyah Hayatlar Önemlidir Koalisyonu” (Chicago Coalition of Black Lives Matter) isimli kitle örgütlerinin yanısıra Filistine destek veren çok sayıda kişi katıldı. Kitle örgütleri tarafından basın açıklamaları okundu ve ardından Şikago’nun en kalabalık caddelerinden biri olan Michigan Caddesi’nde sloganlı bir yürüyüş gerçekleştirildi.

“Filistin’de Adalet için Şikago Koalisyonu” adına açıklama yapan bir basın sözcüsü Batı Şeria’nın Cenin kampında 10 Filistinlinin katledildiği ve onlarcasının yaralandığı saldırının eşi benzeri görülmemiş bir insanlık suçu olduğunu söylerek söze başladı ve Uluslararası Kızıl Haç örgütünün raporundan bir alıntı yaptı. İsrail güçlerinin, yaralıların olduğu bir hastaneye önce biber gazı atıp daha sonra ablukaya alması sonucu hastanedeki yaralılara müdahale edilemediği ve yaralıların tahliyesinin engellediği belirtildi. Cenin’deki katliamın bir gün içinde yapılan bir katliam olmadığı, aksine bu katliamın İsrail’in Filistin direnişini ezmek için aylardır uygulamakta olduğu sistematik saldırıların bir sonucu olduğu söylendi. 2022 yılında toplamda 231 Filistinlinin katledildiğini ve bunun 2005 yılından bu yana en yüksek sayı olduğuna işaret edildi. 2023 yılında ise henüz Ocak ayı olmasına rağmen daha şimdiden 30’dan fazla Filistinlinin katledildiğine ve Netanyahu öncülüğündeki faşist ve Arap düşmanı hükümetin bu sayıyı daha da arttırabileceğine dikkat çekildi. Fakat buna rağmen Filistin direnişinin asla teslim olmayacağı, mücadeleye işgal edilen toprakların bütün cephelerinde devam edileceği belirtildi.

“Barış için Yahudilerin Sesi Platformu” adına açıklama yapan bir basın sözcüsü de katliamın İsrail’in  “dalgakıran operasyonları”nın bir parçası olduğunu belirtti. Filistinde her gün artmakta olan ölümlerin sebebinin İsrail’in Filistin üzerinde uyguladığı ırk ayrımcı rejim olduğunu, İsrail’in yeni ırkçı hükümetinin ise devam eden krizi daha da derinleştireceğini belirtti. İsrail ve Filistin arasında devam eden savaşın eşit güçler arasında bir çatışma olarak adlandıralamayacağı, ortada İsrail lehine asimetrik bir güç dengesinin olduğu ve bunun en büyük sorumlusunun da İsrail’e yıllık 3.8 milyar dolarlık askeri yardım sağlayan ABD olduğunu teşhir etti.

Yapılan basın açıklamalarının ardından kitle sloganlar eşliğinde Michigan Caddesi üzerinde yürüyüşe başladı. Yürüyüş esnasında İsrail’in suçlarını teşhir eden ve Filistin direnişiyle özdeşleşmiş çeşitli sloganlar sık sık coşkulu bir şekilde atıldı. “Nehirden denize özgür Filistin!”, “Tek bir çözüm var o da İntifada ve devrim!” , “İsrail ayrımcılığını (Apartheid) sonlandır! ”, “Filistin bizimdir, çalınan topraklarda barış olmaz !” ve “Etnik arındırma bir suçtur! ” atılan sloganlar arasında sık sık yer aldı. Yoğun bir trafiğe sahip olan Şikago’da sürücüler zaman zaman kornalarıyla eylemcilere destek oldular. Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları’ndan bir yoldaşımız da Filistin diasporasına destek için eylemde yer aldı.

Siyonist Cephede Yenilik: İsrail’in Tarihindeki En Sağcı Hükümet İş Başında!

Siyonist İsrail’de genel seçimler sonuçlandı ve Binyamin Netanyahu kurduğu koalisyonla altıncı kez başbakanlık koltuğuna oturdu. Koalisyon ortakları fiili anlamda Filistin’in varlığını ortadan kaldırıp tamamen Siyonizmin insafına bırakan yüzyılın anlaşmasına bile karşı çıkıyorlar. Filistinli silahsız sivillerin sürekli olarak öldürüldüğü Batı Şeria’da, Siyonist güvenlik güçlerinin olası tehditler karşısında ne zaman ateş açabileceğine ilişkin kuralların gevşetilmesini talep ediyorlar. Bunlar ve daha başka gerici, sağcı tutumları sebebiyle Netanyahu’nun başında yer aldığı koalisyon pek çok basın yayın organında “İsrail’in tarihindeki en sağcı hükümet” olarak tarif ediliyor.

Siyonistler Arası Anlaşmazlık!

Koalisyonun göreve başlamasıyla birlikte Siyonist cepheden bile itiraz sesleri yükselmeye başladı. Bunlardan en dikkat çekici olanlarından bir tanesi İsrail’in Paris büyükelçisi Yael German’ın yeni hükümeti protesto için istifa etmesi oldu. İstifa eden büyükelçi “Beni tayin eden önceki hükümetin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelli dünya görüşünü ve ülkemi temsil etmekten gurur ve mutluluk duyuyordum.” diyordu. Yeni kabinede, aşırılıklarıyla öne çıkan parti temsilcilerinin bulunduğunu, bu şartlar altında, inandığı her şeyden çok farklı bir politikayı temsil etmeye devam edemeyeceğini söyleyerek görevi bırakıyordu.

Netanyahu’nun kurduğu yeni koalisyonun emsallerinden bile daha gerici olduğuna, icraatlarıyla bunu en kısa sürede kanıtlayacağına dair bir şüphemiz yok. Özellikle Siyonist rejimin normalleşme adı altında başta körfezin gerici rejimleri olmak üzere, Mısır’dan Türkiye’ye işbirlikçi iktidarlarla kol kola girdiği bir dönemde Filistin halkını çok daha sıkıntılı günler beklediğini de söylemek gerekir. Ancak, bu durumu tespit etmek ve karşısında yer almak başka bir şey, kurulan koalisyonun yapısını bahane ederek Siyonizmin başta ayağa kan, kin, ırkçılık ve ayrımcılık üzerine kurulu bir rejim olduğunu unutturmak başka bir şeydir.

Siyonist İsrail Bir Kanser Hücresidir!

İstifa eden büyükelçinin temsil etmekten gurur duyduğu önceki hükümetin sözde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelli dünya görüşünün uygulamalarına bir bakalım. Sadece 2022 yılında 53 Filistinli çocuk katledildi, Gazeteci Şirin Ebu Akile görev yaparken kasten öldürüldü, Filistinlilere ait 950 ev ve yapı yıkıldı, yeni yerleşimci taşınması, yeni yasa dışı yerleşim birimlerinin yapımı son hız devam etti. Bunlar akla ilk anda gelenler, Netanyahu ve koalisyon ortakları varken ya da yokken hiç fark etmez, Siyonist rejim öldürmeye, yıkmaya ve Filistin topraklarını Filistin halkından arındırmaya hiç ara vermedi, vermiyor.

Yeni koalisyonun, önceki hükümetlerden benzer uygulamaları daha açıktan ve daha gözü pek yapmaktan başka bir farkı olmayacaktır. Çünkü sorun İsrail’de iktidarı ele alacak hükümetin ne kadar sağda olduğu meselesi değil İsrail’in kendisinin ırkçı, ayrımcı, yayılmacı, eli kanlı, korsan bir oluşum olmasıdır. Her zaman söylüyoruz bu vesileyle tekrar söyleyelim İsrail Ortadoğu’nun bağrına yerleşmiş bir kanser hücresidir. Ya kanserle mücadele edersiniz ya da türlü göz boyamalarla oyalanıp yayılmasına sebep olursunuz. Eğer Filistin topraklarında yaşayan tüm halklara insanca yaşama hakkı tanınacaksa, bu kanser hücresini söküp atmaktan başka yol yoktur.

Bugün Filistin halkı tüm zorluklara, baskı ve zulme rağmen direnmeye ve direnişi güçlendirmeye devam ediyor. Gün İsrail’le karşılıklı elçi atayıp normalleşme ya da Siyonistler arasında çekişmede taraf olma günü değil, Filistin halkının mücadelesinin yanında olma, onu büyütme günüdür.

Nehirden denize özgür Filistin!

Yıkılsın Siyonist İsrail Devleti!