Ilan Pappe
İsrail’in meşru bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesinin iki ana unsuru vardır. Birincisi, askerî güç, yüksek teknoloji ve sağlam bir ekonomik sisteme dayanan maddî unsurdur. Bu faktörler, İsrail’in, sunduğu silahlar, güvenlik stratejileri, casus yazılım, yüksek teknoloji bilgisi ve modern ziraî üretim sistemlerinden yaralanmak isteyen ülkelerle güçlü müttefiklik ağları kurmasını mümkün kılar. İsrail bunların karşılığında yalnızca para değil, aynı zamanda, aşınmış uluslararası imajının düzeltilmesine destek verilmesini de talep eder.
İkincisi ise, özellikle Siyonist projenin ve devlet inşasının erken aşamalarında büyük önem taşıyan manevî unsurdur. İsrail’in dünyayı inandırmaya çalıştığı hikâyeye göre, bu devlet, antisemitizme deva olabilecek tek ilaçtı ve hem dînî hem de kültürel bakımdan, Yahudi halkına ait bir yerde kurulmuştu.
Bu anlatı, ilk başta, Filistin halkının varlığını tümüyle inkâr ediyordu. Bu tutum yerini daha sonra yerli nüfusun Yahudi halkınınkine kıyasla çok küçük olduğu savına dayanan bir önemsizleştirme stratejisine bıraktı. Filistinlilerin mevcudiyeti nihayet kabul edildiğinde ise, iki halkın aynı topraklar üzerinde bulunması talihsiz bir rastlantı olarak sunuldu. İsrail artık yalnızca sözüm ona ‘Ortadoğu’daki tek demokrasi’ değildi. Aynı zamanda, söz konusu rastlantının neden olduğu sorunu, tarihi Filistin’in tümü üzerindeki sözde hakkından ‘ödünler’ vererek çözmeye istekli ve yüce gönüllü bir barış güverciniydi.
‘Manevî Meşruiyet’in Çöküşü
İsrail’in şu anda tam da gözlerimizin önünde un ufak olan manevî meşruiyetinin ne zaman aşınmaya başladığını net olarak tespit etmek zordur. Bu süreç, bazılarına göre, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, diğerlerine göre ise, 1987’deki Birinci İntifada ile başladı. Her iki durumda da, İsrail’in dünya kamuoyunun gözündeki imajının on yıllar içinde değişim gösterdiğine şüphe yok.
Yine de bir şeyin sıklıkla göz ardı edildiğini söylemek gerekiyor. Eğer Filistinlilerin başından beri gösterdiği direniş ve direngenlik olmasa, İsrail’in meşruiyetinin ve manevi iddialarının bugün hem uluslararası yasalara hem de sağduyu ve etik ilkelere göre sorgulanması mümkün olmayacaktı. 1948 gibi erken bir tarihte yani İsrail’in tarihi Filistin’in yıkıntıları üzerine kurulduğu anda bile sahadaki hakikat dünya çapında gittikçe daha fazla insan tarafından biliniyordu. Bu doğrudan Filistinlilerin ve genişleyen dayanışma ağlarının çabalarının bir sonucuydu.
Sahadan gelen yeni bilgiler, İsrail’in demokratik devlet ve ‘medeni uluslar’ın üyesi imajını hem içeride hem de dışarıda sarsıyordu. İsrail’in, bir demokrasi değil, Filistinlilerin medeni ve insani haklarını gece gündüz demeden çiğneyen bir apartheid rejimi olduğu giderek daha fazla ifşa oluyordu.
Ancak ne İsrail’in gerçek doğasının ifşa edilmesi ne de bu devletin tarihsel anlatısının geniş bir kamuoyu kesimince reddedilmesi, yönetici siyasî elitler ve hükümetler düzeyinde karşılığını bulamamıştır. Onların nezdinde, İsrail’in imajı büyük ölçüde değişmeden kalmıştır. Filistinlilerle dayanışma gösteren çeşitli hareketlere saldırının başını çekenler bilakis küresel kuzeyin hükümetlerinin kendisidir. Tel Aviv’e karşı boykot, yaptırım ve yatırımların geri çekilmesi çağrısı yapan sivil inisiyatifleri yasaklamaya yönelik girişimler vasıtasıyla kendi toplumlarının konuşma özgürlüğünü bastırmak konusunda kararlı görünüyorlar. Küresel güneyde de durum çok farklı değil. Hükümetler ve yöneticiler, halklarının İsrail’e karşı sert bir tutum alınması yönündeki talebini göz ardı ediyor. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerini normalleştirmek için sıraya dizilen Arap rejimleri de bunlara dâhildir.
Uluslararası sessizlik ve/ya da suç ortaklığı, İsrail’i, ülkenin Kasım 2022’deki son seçimlerine kadar, kamuoyundaki fikir değişikliğinin somut eyleme dökülmesinden korumuştu. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) gibi cesur ve etkileyici faaliyetler yürüten hareketlerin sahadaki gerçekliğe en ufak bir müdahalede bulunamamış olması bunun kanıtıdır.
Kasım 2022’ye kadar, kamuoyuna hâkim olan fikirlerin somut politikalara dönüştürülememesinin dünyadaki siyasi sistemlerin sinizminden kaynaklandığını düşünüyordum. Şu anda ise, Filistinlilere gösterilen büyük dayanışmanın sahada biçimlendirici bir güce dönüşmesinin ancak yukarıdan siyasetin yürütülme tarzının değiştirilmesiyle mümkün olacağına yürekten inanıyorum.
İsrail, Almanya’ya dört milyar Euro, Hollanda’ya ise üç yüz milyon değerinde füze vermeyi teklif ettiğinde (bunlar, onları hangi tehlikeden koruyacak bilinmez), İsrail’deki siyaset yorumcuları, bu silahların, İsrail’i gayri meşru ilan eden kampanyaların en güçlü panzehiri olduğunu söylüyordu. İsrail medyası, silahların, İsrailli askerlerin ve yerleşimcilerin Filistin’deki zalimliklerine karşı Avrupa’nın sessizliğini satın aldığını ve kınamaların eyleme tahvilini engellediğini gururla duyuruyordu.
‘Hayalî İsrail’, Yahudiye’ye Karşı
Ancak daha fazlası da var. İsrail’deki Yahudi seçmenlerin belli bir kesimine göre, Batı, İsrail’i destekliyordu çünkü ülke demokrasi ve liberalizme dayalı batılı “değer sistemi”ne bağlıydı. Hâlâ varlığını koruyan bu kanaati ben ‘hayali İsrail’ olarak adlandırıyorum.
Bu hayali İsrail Kasım 2022’de tüm niyetleri ve amaçlarıyla birlikte çöktü. Yeni hükümeti başa getiren İsrailli Yahudi seçmenler hiçbir zaman demokrasiyi, liberalizmi ve batılı “değer sistemleri”ni gerçekten takdir etmemişti. Aksine, daha teokratik, milliyetçi, ırkçı ve hatta faşist –Batı Şeria ve Gazze de dâhil olmak üzere, tarihsel Filistin’in tümü üzerinde hâkimiyet kuran- bir Yahudi devletinde yaşamayı arzu ediyorlar. İsrailliler bu alternatif devlet fikrine ‘Yahudiye’ diyor ve bu fikir şu anda hayali İsrail ile savaşıyor.
Yahudiye’yi arzulayan insanlar uluslararası meşruiyeti önemsemezler. Bu insanlara öncülük eden milliyetçi ve faşist liderler ve kanaat önderleri ise İsrail’in yeni uluslararası müttefiklerinden yani batıdaki ve/ya da Hindistan gibi ülkelerdeki aşırı sağ parti ve hareketlerden hayli etkilenmiştir ve amaçlarına ulaşmak için bunlarla uluslararası bir destek ağı kurmaya isteklidir. Bu, aşırın sağın çok güçlü olduğu İtalya, Macaristan, Polonya, Yunanistan, İsveç ve İspanya’da hâlihazırda hayata geçirilmiştir. Eğer Trump seçimleri tekrar kazanırsa, Amerika Birleşik Devletleri de bu ağa dâhil olacaktır.
Kasım 2022 seçimlerinin karanlık bir dönemin kapılarını açtığı söylenebilir. Ancak bu yalnızca görünürde böyledir. Gerçeğin tümünü yansıtmaz. Hayali İsrail’in çöküşünün, manevî ve maddî unsurlar arasındaki ilişkiyi de tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği unutulmamalıdır. Neoliberal kapitalist sistemin, eğer hayalî İsrail’in yerini alırsa, Yahudiye devletine yatırım yapmaya niyeti yok. Uluslararası finans şirketleri ve yüksek teknoloji endüstrisi Yahudiye’yi yabancı yatırım için istikrarsız ve riskli bir yer olarak değerlendiriyor. Hatta fon ve yatırımlarını İsrail’den çekmeye başladılar bile.
BDS hareketinin bu sermaye kaçışını hızlandırmak ve arttırmak için çok çalışması gerekecektir. Çünkü açık ki yatırımların geri çekilmesinin arkasında ahlakî kaygılar yatmıyor. Uluslararası finans şirketleri, Filistinlilerin maruz kaldığı acımasız tahakkümü umursamadan, İsrail’e yıllardır yatırım yapıyor. İsrail’in hayalî imajı ve özellikle de yargı sisteminin neoliberal ve kapitalist yatırımları koruyacağına duyulan inanç, yabancı yatırımların yüksek getiriler elde edecekleri beklentisiyle İsrail’e para akıtmasını sağlıyor. Ancak, az evvel de söylediğimiz gibi, Yahudiye’nin, Hayalî İsrail’in yerini alması ihtimali ülkenin ekonomisini ciddi biçimde etkiliyor. Bu da İsrail’in, sanayi ürünleri ya da para vasıtasıyla diğer ülkelerin Yahudi devletine yönelik politikalarını etkileme kabiliyetini sınırlıyor.
Seferberlik Zamanı
Hayalî İsrail’in çöküşü, toplumsal çatlakları belirginleştirirken, göreve her an hazır olan birçok İsraillinin askerlikten soğumasına neden oluyor. Dahası, İsrail yargısının baskı altına alınması ve sözde bağımsızlığının aşınması, İsrailli askerleri ve pilotları, yabancı ülkelerce ya da Uluslararası Adalet Divanı’nca (ICC) savaş suçlusu olarak yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bir ulusal yargı sistemi bağımsız ve güvenilir kabul edildiği müddetçe, ülke içi meselelere uluslararası yasal müdahale mümkün olamıyor. Son gelişmeler bu açıdan da önemlidir.
Sözün özü, Filistin’de özgürlük ve adalet için mücadele edenlere fırsatlar sunan, nadir bir tarihsel anın içindeyiz. İran, Tahran’daki toplantıda Hamas ve Hizbullah’a herhangi bir eyleme başvurmaktan kaçınmayı ve İsrail’in içeriden çökmesine izin vermelerini tavsiye etti. Ben bu yaklaşımı paylaşmıyorum. Bu elbette Filistin’in askeri yoldan özgürleştirmenin şu anda mümkün olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Demek istediğim, Filistin halk direnişini canlandırmanın, Filistinliler ile destekçilerini üzerinde uzlaşılmış bir vizyon ve program etrafında birleştirmenin tam zamanıdır. Yaratılacak bu seferberliğin kökleri, 1918’den beri demokrasi ve kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden Filistin ulusal hareketine dayanır.
Geleceğin özgür ve Siyonizmden arındırılmış Filistin’i şimdilik hayalî görülebilir. Ancak Hayalî İsrail’in aksine, bu, azıcık ahlâkı olan herkesi tüm dünyada ayağa kaldırabilme şansına sahiptir. Ayrıca şu anda tarihsel Filistin’de yaşayan ya da oradan sürülen herkes – dünyanın dört bir yanındaki Filistinli mülteciler için – güvenli bir yer sağlayacaktır.
Yazının orjinali için: https://www.palestinechronicle.com/judea-vs-fantasy-israel-ilan-pappe-on-the-collapse-of-israeli-pillars-and-opportunities-for-palestine/