Ortadoğu’da Alametler Birikirken: Ürdün 

Mehmet Tevfik 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ihtilaf tarihte pek az görülmüş bir seviyeye ulaşıyor. El-Aksa Tufanı operasyonu ve İsrail’in giriştiği soykırım saldırısı ilk yılını doldururken, Arap kitleler büyük bir kuvvetle Filistin davasının arkasında. Bazı dönemlerde belli inişler çıkışlar yaşamış olan bu destek, muhtemelen son yarım asırdaki en tepe noktaya ulaşmış durumda. Bir yıldır süren soykırım ve özellikle de zamanla biraz olsun utangaçlaşsa da Batı emperyalizminin soykırıma ve soykırımcıya tereddütsüz desteğinin devam etmesi, bölge halkı için bir ulusal aşağılanmıştık hali yaratıp, Batı’nın desteğiyle gerçekleşecek bir iki devletli çözüme dair olası önyargıları da ortadan kaldırıyor.  

Bölgemize musallat olan gerici iktidarlar içinse Filistin olsa olsa bir an önce kapatılması gereken ve halkın gündeminden düşmesinde fayda olan bir konu. İran çevresinde toplanan ve Direniş Ekseni olarak anılan bir dizi ülke ve grup (Suriye, Irak, Lübnan’da Hizbullah ve müttefikleri, Yemen’de Ensarullah hükümeti) değişen seviyelerde de olsa sert bir tutuma sahip olmayı sürdürüyor. Bunun dışında Cezayir, Tunus, Kuveyt ve Umman Filistin davasına özel bir destek vermemekle beraber Siyonizm ile “normalleşmeyi” de reddetmeye devam ediyor. Bu ülkelerin dışında Arap dünyasının neredeyse tamamında devlet yöneticileri ya Siyonizmin bölgedeki varlığını kabul etmiş ya da bunun için doğru teklifin yapılmasını bekler durumda. İbrahimî Anlaşmalar ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas, utanç verici bir teslimiyetin altına imza attı. Bir dönem bölgenin siyasî merkezi olan Mısır ise Enver Sedat iktidarında 1973 savaşındaki başarılı askerî performans ile fiyat yükseltip, sonrasında Camp David’de Ortadoğu tarihinin en utanç verici anlaşmalarından birini imzalamış ve Cemal Abdül Nasır’ın başka birçok konuda tutarsız ama anti-Siyonizm konusundaki haysiyetli mirasını elinin tersiyle itmişti.  

Fakat bütün bu süreçte, en çarpıcı, en istisnai iş birliği örneği hep Ürdün olageldi. Resmî olarak İsrail ile barış antlaşması imzalaması 1994’te, Oslo sürecinin bir uzantısı olarak gerçekleşse de daha 1967 savaşının devasa bir moral bozukluğuna yol açan yenilgisi yaşanmadan önce dahi, İsrail ile boylu boyunca bir ilişki geliştiren ilk devlet Ürdün olmuştu. Ülkeyi yarım asır yöneten Kral Hüseyin, ortada resmi bir barış yokken dahi bir dizi önemli eşikte İsrail ile koordinasyon içinde hareket etmiş, hatta bir çeşit fiilî ittifak kendini göstermişti. Haşimi hanedanının yönetimindeki ülke, İsrail’e karşı silah çektiğinde dahi, bunu içerideki (Karame Muharebesi’nde Filistin Kurtuluş Örgütü) ya da dışarıdaki (1967 savaşında Nasır’ın Mısırı) anti-Siyonist güçlerin baskısı altında yapmak zorunda kalmıştı. Başka birçok önemli eşikte ise İsrail ile zımnen güç birliği etti. Burada akla gelen ilk örnekler, 1958’de Lübnan’a işgalci Amerikan askerlerinin çıktığı süreç ve 1970 Kara Eylül’ü sırasında, Suriye’nin FKÖ’ye destek vermek için Ürdün’e girmesi üzerine İsrail hava kuvvetlerinin Haşimi hanedanının desteklemek için Suriye’yi tehdit eden manevralara girişmesiydi.  

Fakat öte yandan, ülkenin tarihi ve coğrafi özellikleri sebebiyle, Filistin ile ilişkisi bazı zıt unsurları aynı anda içeriyor. Bir yandan, İsrail’in varlığının devamı Haşimi hanedanına, Haşimi hanedanının devamı ise İsrail’e çok şey borçlu olduğu için arada güçlü bir ittifak var. Bunu destekler biçimde, eğer bir Ürdün milliyetçiliğinden söz edilebilirse, bunun en önemli “ötekisi”, ülkedeki Çerkes ya da Çeçen azınlıktan ziyade bugün nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Filistinli-Ürdünlülerdir. Özellikle 1948’de Nekbe ile 1967’de Nekse arasındaki dönemde, yani Batı Şeria’nın Ürdün kontrolü altında olduğu dönemde bu eğilim güçlenmiş, ülkenin iç siyasetini belirleyen unsur daha ilerici olan Batı Şeria yani Ürdün kontrolündeki Filistin ile daha muhafazakâr olan Doğu Şeria, yani Ürdün çelişkisi olmuştur. Önce 1967’de Nekse sonrası Batı Şeria’nın doğrudan İsrail işgali altına girmesi, sonrasında ise 1970 Kara Eylül’ünde yaşanan kısa süreli iç savaşta Ürdün ordusunun o döneme kadar ülkede konuşlanan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü askerî yenilgiye uğratması ile bu çelişki büyük oranda Doğu Şeria lehine çözülmüşse de, adı konmamış bir Filistin düşmanlığı hala Ürdün siyasetinde mevcuttur. Örneğin özel sektörde Filistinliler çok öne çıksa da, yüksek kademe devlet pozisyonlarında Filistinli-Ürdünlülerin temsiliyeti nüfus içerisindeki oranlarına göre çok sınırlıdır. Fakat bununla beraber hem Filistin kökenli Ürdünlülerin ülke nüfusundaki ağırlığı hem de Arap halkının içindeki genel eğilimlerin ülkeye sirayet etmesi, Ürdün kitleleri nezdinde Filistin davasının istisnai bir güce sahip olmasını sağlamıştır. Yani bir yandan hanedan İsrail’in en büyük destekçilerinden biriyken bir yandan da Ürdün sokakları adeta Filistin’den ayrı bir Filistin gibidir. Hülasa, bu durum Ürdün’ü Ortadoğu’ya musallat olan emperyalizm ve muhiplerinin zincirindeki en zayıf halkalardan biri, hatta belki de en zayıf halka kılmaktadır. Çok yoğun bir siyasi baskının hissedildiği Ürdün’de, bu çatlakların kendini açıktan göstermesi ve doğrudan hanedanı hedef alması şu aşamada hemen hemen imkansız. Fakat derindeki fay hatları son dönemde artan bir tempoyla kendini hissettiriyor. Eylül 2024 seçimleri ve aynı ay içerisinde Kral Hüseyin köprüsü denilen, İsrail Ürdün sınırında Ürdünlü bir sivilin gerçekleştirdiği silahlı eylem, yaklaşan büyük depremin alametleridir

İlk gelişme, Ürdün için bir nevi “ilk kurşun” anıdır (ilk kurşunu, 7 Ekim sonrasında başlayan sürece referansla kullanıyoruz, yoksa bu Ürdün’den İsrail’e sıkılan ilk kurşun değil tabii). 8 Eylül günü, Ürdün ve işgalci İsrail arasındaki ticaretin atardamarı olan sınır geçiş noktasında, Ürdünlü bir kamyon şoförü olan Mahir el-Cezi sınırı geçtikten sonra İsrail askerlerine ateş açıp içlerinden üç tanesini öldürdü, daha sonra kendisi de çatışmada hayatını kaybetti. İsrail’in bölgedeki güvenliğinin temel taşlarından biri haline gelen Ürdün’de halkın bağrından kopan bu hamle, Filistin direnişinin de övgüsüne mazhar oldu. Hem Hamas’ın silahlı kanadı olan El-Kassam Tugayları hem de Filistin İslami Cihadı’nın silahlı kanadı olan Kudüs tugayları birer açıklamayla bu eylemi selamladı. İşbirlikçi Ürdün rejiminin karşılığı ise beklenebileceği üzere tam tersi oldu. Ürdün Dışişleri Bakanlığı eylemi gerçekleştirenin Ürdün vatandaşı olduğunu doğruladı, tek başına çalışan bir “yalnız kurt” olduğuna dair güvenceler verdi ve saldırıyı kınadı. Filistin direnişinin ve işbirlikçi rejimin taban tabana zıt ama beklenebilir açıklamalarının ötesinde, en çarpıcı işaret bizzat Ürdün halkından geldi. İlk olarak, Mahir el-Cezi’nin aşireti olan ve Güney Ürdün-Sina yarımadası-Kuzey Suudi Arabistan hattındaki en büyük aşiretlerden biri olan Huveytiyat, “şehidimizin kanı, Filistin halkının kanından daha kıymetli değil” diyerek bu eyleme sahip çıktı, hatta bunun son olmayacağını söyledi. Bu açıklamanın önemi gözden kaçmamalı. Ürdün monarşisi, kritik eşiklerde hep aşiretler arasındaki gücüne dayanarak ayakta kalmıştır. 1956’da, ülke bir iç savaşın eşiğine gelip, komünist bir bakanı da içeren Nasırcı Süleyman el-Neblusi hükümeti iktidara geldiğinde, bu hükümeti devirip monarşinin ayakta kalabilmesi, büyük şehirlerdeki halka karşı aşiretleri harekete geçirmesiyle olmuştu. Şu anda olan aşiretlerin krallığa karşı dönmesi değildir elbette. Ama kritik bir aşiret, hükümetin kınadığı bir silahlı eyleme açıkça sahip çıkıyor. Bu çatlaklar, krizin büyüdüğü anlarda genişleyip monarşinin güvenliği açısından büyük tehditler oluşturabilir. Huveytiyat aşiretinin, Haşimi hanedanının 1920’de Ürdün’ün kontrolünü almak için ilk karargâhı olarak kullandığı Meen bölgesinden olması olaya bir de sembolik anlam katıyor. 

Eyleme destek veren sadece Mahir el-Cezi’nin aşireti de olmadı. Aynı gün, başkent Amman başta olmak üzere sokaklara akın eden halk, büyük kitlelerle bu eylemi kutladı. Ürdün gibi, krallığın çizgisine meydan okumanın kolay olmadığı bir ülkede, halkın binlerle sokağa dökülüp, devletin kınadığı bir silahlı eylemi selamlamasının öneminin altını çizelim. Bu gösteriler, niteliksel olarak, özellikle İsrail soykırımının ilk döneminde çeşitli Arap ülkelerinde görülen ve devlet destekli ya da en azından devletten onaylı eylemlerden niteliksek olarak ayrılıyor. Ürdün halkı, eylemli biçimde Filistin davası için monarşiye meydan okumaya başlamıştır. Benzer bir dinamik yakın zamanda daha küçük ölçekte Bahreyn’de görüldü. Mısır’da ise daha erken bir aşamada, devlet destekli eylemlerin “Eş-şab yurid iskat el-nizam”, yani “halk düzenin yıkılmasını istiyor” sloganlarıyla işbirlikçi rejime meydan okuduğu bir dinamik görülmüş ama bu boyutta kalmıştı. Ürdün’deki eylemler bu konuda devlet ile halk arasında gerçek bir hesaplaşmanın ilk adımları olabilir. Bu yükseliş kemaline erip bir toplumsal patlamaya dönüşürse, bunun da aynı önceki iki Arap devrimi dalgası gibi (2011 ve 2019) bölge çapında bir dalga yaratması hemen hemen kesindir. 

Bu dinamik kendisini, bir de seçim sandığında gösterdi. Ürdün, monarşiye karşı gelişebilecek tehditlerden çekindiği için (özellikle yukarıda andığımız 1956 ve burada değinemeyeceğimiz 1989 tecrübelerinin de etkisiyle) çok spesifik bir seçim sistemine sahip. Parlamentodaki koltukların üçte birinden azı ülke çapındaki seçimlerin sonucuna göre belirleniyor. Kalanı ise özellikle aşiretlerin kendi temsilcilerini seçmesini kolaylaştıran ve siyasi partilerin pek az temsil edildiği bölge oylarıyla belirleniyor. Böylece herhangi bir siyasi partinin monarşi karşısında bir alternatif olması zorlaştırılıyor. Bu şartlarda girilen seçimde, bütün kampanyasını Filistin davası üzerine kuran, Ürdün’de İhvan’ın yani Müslüman Kardeşler geleneğinin partisi olan İslami Eylem Cephesi Partisi (İECP), yukarıda andığımız ulusal ölçekte siyasi partilerin yarıştığı koltuklar için verilen oyların yaklaşık yüzde 34’ünü aldı. Monarşi yanlısı partilerin birleşmesiyle kurulan Misak Partisi ise, yüzde 7’den az oy alarak ikinci sırada geldi. Bu spesifik seçim sistemi sebebiyle monarşinin partisi denebilecek Misak’ın 21 sandalyesine karşılık İslami Eylem Cephesi Partisi’nin yalnızca 32 sandalyesi var. Fakat bu özel şartlardan kaynaklanan sandalye sayısı, monarşi yanlısı bloğun sandıkta yaşadığı yenilgiyi gözden kaçırmaya yol açmamalı. Öyle ki, şu anda Ürdün siyasetinde büyük bir gücü temsil etmeyen iki sol partinin, Ürdün Komünist Partisi ve Ürdün İşçi Partisi’nin oyları toplamı Misak’ın oylarıyla hemen hemen aynı! Sandıkta yaşanan bu depremin sebebi tartışmasız Filistin davasıdır. Öyle ki, bu yazıya başlarken kontrol ettiğimizde, İECP’nin sitesine girilmiş en son yazı, Mahir el-Cezi’nin yıkarıda andığımız silahlı eylemini selamlamak için kaleme alınmış bir deklarasyondu (link ve web sitesi biz bu yazıyı bitirirken çalışmıyordu). İECP lideri Murat Adayle, bu seçimlerin İsrail-Ürdün barış antlaşmasını sona erdirmek ve Hamas’ı desteklemek için bir referandum niteliğinde olduğunu dile getirdi. Basın da, birçok Arap milliyetçisinin ve solcunun tam da bu düşünceyle İECP’ye oy verdiğini belirtiyor.  

Böylesi bir dinamik gerçekten oluştuysa, bu bir yandan Siyonizme karşı mücadelede kendi alternatifini oluşturamayan solun durumunu gösteriyor. Ama bir yandan da Ürdün’de halkın yüzünü nasıl Filistin davasına döndüğüne dair tartışmasız bir kanıt sunuyor. İsrail’in soykırımı hız kesmeksizin sürerken, Arap halk kitlelerinin derinden gelen ve kendini hissettirmeye başlayan isyanı birden bire bölgenin siyasi çehresini değiştirebilir. Bölgenin devrimcileri bu dinamiği görmeli, kendini hazırlamalı.