Yahudiye (Judea) Bölgesi ile İsrail Fantezisi Karşı Karşıya: Ilan Pappe’den İsrail’in Yıkılan Sütunları ve Filistin için Fırsatlar

Ilan Pappe

İsrail’in meşru bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesinin iki ana unsuru vardır. Birincisi, askerî güç, yüksek teknoloji ve sağlam bir ekonomik sisteme dayanan maddî unsurdur.  Bu faktörler, İsrail’in, sunduğu silahlar, güvenlik stratejileri, casus yazılım, yüksek teknoloji bilgisi ve modern ziraî üretim sistemlerinden yaralanmak isteyen ülkelerle güçlü müttefiklik ağları kurmasını mümkün kılar. İsrail bunların karşılığında yalnızca para değil, aynı zamanda, aşınmış uluslararası imajının düzeltilmesine destek verilmesini de talep eder.

İkincisi ise, özellikle Siyonist projenin ve devlet inşasının erken aşamalarında büyük önem taşıyan manevî unsurdur. İsrail’in dünyayı inandırmaya çalıştığı hikâyeye göre, bu devlet, antisemitizme deva olabilecek tek ilaçtı ve hem dînî hem de kültürel bakımdan, Yahudi halkına ait bir yerde kurulmuştu.  

Bu anlatı, ilk başta, Filistin halkının varlığını tümüyle inkâr ediyordu. Bu tutum yerini daha sonra yerli nüfusun Yahudi halkınınkine kıyasla çok küçük olduğu savına dayanan bir önemsizleştirme stratejisine bıraktı. Filistinlilerin mevcudiyeti nihayet kabul edildiğinde ise, iki halkın aynı topraklar üzerinde bulunması talihsiz bir rastlantı olarak sunuldu. İsrail artık yalnızca sözüm ona ‘Ortadoğu’daki tek demokrasi’ değildi. Aynı zamanda, söz konusu rastlantının neden olduğu sorunu, tarihi Filistin’in tümü üzerindeki sözde hakkından ‘ödünler’ vererek çözmeye istekli ve yüce gönüllü bir barış güverciniydi. 

‘Manevî Meşruiyet’in Çöküşü

İsrail’in şu anda tam da gözlerimizin önünde un ufak olan manevî meşruiyetinin ne zaman aşınmaya başladığını net olarak tespit etmek zordur. Bu süreç, bazılarına göre, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, diğerlerine göre ise, 1987’deki Birinci İntifada ile başladı.  Her iki durumda da, İsrail’in dünya kamuoyunun gözündeki imajının on yıllar içinde değişim gösterdiğine şüphe yok. 

Yine de bir şeyin sıklıkla göz ardı edildiğini söylemek gerekiyor. Eğer Filistinlilerin başından beri gösterdiği direniş ve direngenlik olmasa, İsrail’in meşruiyetinin ve manevi iddialarının bugün hem uluslararası yasalara hem de sağduyu ve etik ilkelere göre sorgulanması mümkün olmayacaktı. 1948 gibi erken bir tarihte yani İsrail’in tarihi Filistin’in yıkıntıları üzerine kurulduğu anda bile sahadaki hakikat dünya çapında gittikçe daha fazla insan tarafından biliniyordu. Bu doğrudan Filistinlilerin ve genişleyen dayanışma ağlarının çabalarının bir sonucuydu. 

Sahadan gelen yeni bilgiler, İsrail’in demokratik devlet ve ‘medeni uluslar’ın üyesi imajını hem içeride hem de dışarıda sarsıyordu. İsrail’in, bir demokrasi değil, Filistinlilerin medeni ve insani haklarını gece gündüz demeden çiğneyen bir apartheid rejimi olduğu giderek daha fazla ifşa oluyordu. 

Ancak ne İsrail’in gerçek doğasının ifşa edilmesi ne de bu devletin tarihsel anlatısının geniş bir kamuoyu kesimince reddedilmesi, yönetici siyasî elitler ve hükümetler düzeyinde karşılığını bulamamıştır. Onların nezdinde, İsrail’in imajı büyük ölçüde değişmeden kalmıştır. Filistinlilerle dayanışma gösteren çeşitli hareketlere saldırının başını çekenler bilakis küresel kuzeyin hükümetlerinin kendisidir. Tel Aviv’e karşı boykot, yaptırım ve yatırımların geri çekilmesi çağrısı yapan sivil inisiyatifleri yasaklamaya yönelik girişimler vasıtasıyla kendi toplumlarının konuşma özgürlüğünü bastırmak konusunda kararlı görünüyorlar. Küresel güneyde de durum çok farklı değil. Hükümetler ve yöneticiler, halklarının İsrail’e karşı sert bir tutum alınması yönündeki talebini göz ardı ediyor. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerini normalleştirmek için sıraya dizilen Arap rejimleri de bunlara dâhildir.   

Uluslararası sessizlik ve/ya da suç ortaklığı, İsrail’i, ülkenin Kasım 2022’deki son seçimlerine kadar, kamuoyundaki fikir değişikliğinin somut eyleme dökülmesinden korumuştu. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) gibi cesur ve etkileyici faaliyetler yürüten hareketlerin sahadaki gerçekliğe en ufak bir müdahalede bulunamamış olması bunun kanıtıdır.  

Kasım 2022’ye kadar, kamuoyuna hâkim olan fikirlerin somut politikalara dönüştürülememesinin dünyadaki siyasi sistemlerin sinizminden kaynaklandığını düşünüyordum. Şu anda ise, Filistinlilere gösterilen büyük dayanışmanın sahada biçimlendirici bir güce dönüşmesinin ancak yukarıdan siyasetin yürütülme tarzının değiştirilmesiyle mümkün olacağına yürekten inanıyorum.

İsrail, Almanya’ya dört milyar Euro, Hollanda’ya ise üç yüz milyon değerinde füze vermeyi teklif ettiğinde (bunlar, onları hangi tehlikeden koruyacak bilinmez), İsrail’deki siyaset yorumcuları, bu silahların, İsrail’i gayri meşru ilan eden kampanyaların en güçlü panzehiri olduğunu söylüyordu. İsrail medyası, silahların, İsrailli askerlerin ve yerleşimcilerin Filistin’deki zalimliklerine karşı Avrupa’nın sessizliğini satın aldığını ve kınamaların eyleme tahvilini engellediğini gururla duyuruyordu.  

‘Hayalî İsrail’, Yahudiye’ye Karşı

Ancak daha fazlası da var. İsrail’deki Yahudi seçmenlerin belli bir kesimine göre, Batı, İsrail’i destekliyordu çünkü ülke demokrasi ve liberalizme dayalı batılı “değer sistemi”ne bağlıydı. Hâlâ varlığını koruyan bu kanaati ben ‘hayali İsrail’ olarak adlandırıyorum.   

Bu hayali İsrail Kasım 2022’de tüm niyetleri ve amaçlarıyla birlikte çöktü. Yeni hükümeti başa getiren İsrailli Yahudi seçmenler hiçbir zaman demokrasiyi, liberalizmi ve batılı “değer sistemleri”ni gerçekten takdir etmemişti. Aksine, daha teokratik, milliyetçi, ırkçı ve hatta faşist –Batı Şeria ve Gazze de dâhil olmak üzere, tarihsel Filistin’in tümü üzerinde hâkimiyet kuran- bir Yahudi devletinde yaşamayı arzu ediyorlar. İsrailliler bu alternatif devlet fikrine ‘Yahudiye’ diyor ve bu fikir şu anda hayali İsrail ile savaşıyor. 

Yahudiye’yi arzulayan insanlar uluslararası meşruiyeti önemsemezler. Bu insanlara öncülük eden milliyetçi ve faşist liderler ve kanaat önderleri ise İsrail’in yeni uluslararası müttefiklerinden yani batıdaki ve/ya da Hindistan gibi ülkelerdeki aşırı sağ parti ve hareketlerden hayli etkilenmiştir ve amaçlarına ulaşmak için bunlarla uluslararası bir destek ağı kurmaya isteklidir. Bu, aşırın sağın çok güçlü olduğu İtalya, Macaristan, Polonya, Yunanistan, İsveç ve İspanya’da hâlihazırda hayata geçirilmiştir. Eğer Trump seçimleri tekrar kazanırsa, Amerika Birleşik Devletleri de bu ağa dâhil olacaktır.   

Kasım 2022 seçimlerinin karanlık bir dönemin kapılarını açtığı söylenebilir. Ancak bu yalnızca görünürde böyledir. Gerçeğin tümünü yansıtmaz. Hayali İsrail’in çöküşünün, manevî ve maddî unsurlar arasındaki ilişkiyi de tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği unutulmamalıdır. Neoliberal kapitalist sistemin, eğer hayalî İsrail’in yerini alırsa, Yahudiye devletine yatırım yapmaya niyeti yok. Uluslararası finans şirketleri ve yüksek teknoloji endüstrisi Yahudiye’yi yabancı yatırım için istikrarsız ve riskli bir yer olarak değerlendiriyor. Hatta fon ve yatırımlarını İsrail’den çekmeye başladılar bile. 

BDS hareketinin bu sermaye kaçışını hızlandırmak ve arttırmak için çok çalışması gerekecektir. Çünkü açık ki yatırımların geri çekilmesinin arkasında ahlakî kaygılar yatmıyor. Uluslararası finans şirketleri, Filistinlilerin maruz kaldığı acımasız tahakkümü umursamadan, İsrail’e yıllardır yatırım yapıyor. İsrail’in hayalî imajı ve özellikle de yargı sisteminin neoliberal ve kapitalist yatırımları koruyacağına duyulan inanç, yabancı yatırımların yüksek getiriler elde edecekleri beklentisiyle İsrail’e para akıtmasını sağlıyor. Ancak, az evvel de söylediğimiz gibi, Yahudiye’nin, Hayalî İsrail’in yerini alması ihtimali ülkenin ekonomisini ciddi biçimde etkiliyor. Bu da İsrail’in, sanayi ürünleri ya da para vasıtasıyla diğer ülkelerin Yahudi devletine yönelik politikalarını etkileme kabiliyetini sınırlıyor.   

Seferberlik Zamanı

Hayalî İsrail’in çöküşü, toplumsal çatlakları belirginleştirirken, göreve her an hazır olan birçok İsraillinin askerlikten soğumasına neden oluyor. Dahası, İsrail yargısının baskı altına alınması ve sözde bağımsızlığının aşınması, İsrailli askerleri ve pilotları, yabancı ülkelerce ya da Uluslararası Adalet Divanı’nca (ICC) savaş suçlusu olarak yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bir ulusal yargı sistemi bağımsız ve güvenilir kabul edildiği müddetçe, ülke içi meselelere uluslararası yasal müdahale mümkün olamıyor. Son gelişmeler bu açıdan da önemlidir.

Sözün özü, Filistin’de özgürlük ve adalet için mücadele edenlere fırsatlar sunan, nadir bir tarihsel anın içindeyiz. İran, Tahran’daki toplantıda Hamas ve Hizbullah’a herhangi bir eyleme başvurmaktan kaçınmayı ve İsrail’in içeriden çökmesine izin vermelerini tavsiye etti. Ben bu yaklaşımı paylaşmıyorum. Bu elbette Filistin’in askeri yoldan özgürleştirmenin şu anda mümkün olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Demek istediğim, Filistin halk direnişini canlandırmanın, Filistinliler ile destekçilerini üzerinde uzlaşılmış bir vizyon ve program etrafında birleştirmenin tam zamanıdır. Yaratılacak bu seferberliğin kökleri, 1918’den beri demokrasi ve kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden Filistin ulusal hareketine dayanır.

Geleceğin özgür ve Siyonizmden arındırılmış Filistin’i şimdilik hayalî görülebilir. Ancak Hayalî İsrail’in aksine, bu, azıcık ahlâkı olan herkesi tüm dünyada ayağa kaldırabilme şansına sahiptir. Ayrıca şu anda tarihsel Filistin’de yaşayan ya da oradan sürülen herkes – dünyanın dört bir yanındaki Filistinli mülteciler için – güvenli bir yer sağlayacaktır. 

Yazının orjinali için: https://www.palestinechronicle.com/judea-vs-fantasy-israel-ilan-pappe-on-the-collapse-of-israeli-pillars-and-opportunities-for-palestine/ 

Çeviri: Şirin Ebu Akile cinayeti: İsrail’in Filistinli gazeteci cinayetleri sabıkası

1972’den bu yana 83 Filistinli gazetecinin İsrail kuvvetlerince öldürüldüğü bildiriliyor.

Bir şafak baskınını haberleştirmek üzere gittiği Batı Şeria’daki Cenin şehrine vardığı gibi İsrailli bir keskin nişancı tarafından vurulup öldürülen Şirin Ebu Akile, İsrail kuvvetlerince katledilen Filistinli gazeteciler listesinin son üyesi. 

İsrail’in gazeteci kıyımı on yıllardır belgelenmekte. 

Nisan ayında Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne bulunulan bir şikayette İsrail’in “sistematik biçimde” Filistinli gazetecileri hedef alması ve cinayetlerle ilgili soruşturma yürütmemesinin savaş suçu kapsamına girdiği iddia edildi. 

İsrailli otoriteler, 2021 Mayıs’ından beri Doğu Kudüs’te, Batı Şeria’da ve tüm İsrail sathında patlak veren Filistin eylemleri esnasında gerçekleşen şiddeti haberleştirmeye çalışan yerel gazetecilere emsalsiz baskılar uyguluyor. 

Polis ve silahlı kuvvetler, özellikle Mescid-i Aksa’yadüzenlenen saldırılar ve İsrail’in ölümcül Gazze bombalamalarından sonra gelişen olayları belgeleyen gazetecileri dövdüler ve üzerlerine gerçek mermilerle ateş açtılar. 

Middle East Eye sitesinin geçen yılki haberine göre, Batı Şeria’nın Beit El yerleşkesi yakınında El Bireh şehrinin kuzey girişinde foto muhabirler mesleklerini icra ederlerken çelik mermilere hedef oldular.

İsrail polisi de basın mensuplarını tehdit ederken ve olay yerinden gelen haber ve görüntüleri engellerken görüldü. 

Ayrıca İsrail Gazze’ye geçen yıl düzenlediği hava saldırısında Middle East Eye, El Cezire, Associated Pressve diğer yerel medya kanallarının kullandığı basın bürolarına ev sahipliği eden El Cala Kulesini yok etti.

İsrail Hava Kuvvetleri aynı zamanda yedi medya kanalına ev sahipliği yapan El Şuruk Kulesi’ni ve PalestineNewspaper, Al Kufiya Channel, Bawaba 24 ve Palestinian Media Forum da dahil olmak üzere onun üzerinde basın örgütüne ev sahipliği yapan El CevheraKulesi’ni de yok etti. 

Filistin haber ajansı Wafa (Vefa), 1972’den bu yana öldürülen onlarca gazetecinin listesini tutuyor. Ölüm sayısının 2000 yılındaki İkinci İntifada’dan bu yana tırmandığı göze çarpıyor. 

İsrail’in Batı Şeria şehirlerine 2002’de düzenlediği saldırıları haber yapan gazeteciler hedef alınmıştı. 2014 yazında Gazze Şeridi üzerinde yürüttüğü savaşta ise İsrail 17 Filistinli gazeteciyi öldürmüştü. 

Hem Birleşmiş Milletler hem de Gazetecileri Koruma Komitesi 2000’den beri 17 Filistinli gazetecinin öldürüldüğünü belgeledi. Bu sayı Ebu Akile’yi ya da diğer ülkelerden gelen (iki İtalyan, bir Türk, bir Galli) gazetecileri kapsamıyor.

Filistinli Gazeteciler Birliği ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu söylüyor. 2020’de Birlik, İsrail güçlerinin 2000’deki İkinci İntifada’dan bu yana 46’dan fazla Filistinli gazeteciyi öldürdüğünü söyledi.  

Birliğin Başkan Yardımcısı Tahsin el Estal, Anadolu Ajansı’na o dönem yaptığı açıklamada, “Birlik, işgalcinin [İsrail’in] Filistinli gazetecilere yönelik her yıl 500 ila 700 arası saldırı ve suçunu kayda geçiriyor. Bu suçlara bir son verilmesinin, faillerinin ve emri verenlerin hesap vermesinin zamanıdır” demişti.

İsrail’in amacının “basını susturmak ve gerçek yüzünündünyaya gösterilmesini engellemek” olduğunu da eklemişti. 

2000’den bu yana İsrail kurşunuyla veya hava saldırılarında öldürülen gazeteciler listesine şu isimleri kapısyor:

1- Wafa (Vefa) Haber Ajansı’ndan Aziz Yusuf el Tineh, 32, 28 Ekim 2000’de Beytüllahim yakınında İsrail güçlerince vuruldu. 

2-Nablus’taki Askar mülteci kampından Osman Abdülkadir el Katnani, 24, 31 Temmuz 2001’de bir İsrail hava saldırısında öldürüldü. Kendisi Kuveytli Kona Haber Ajansı muhabiriydi ve Nablus Basın Bürosu’nda çalışıyordu.

3-Nabluslu ve Necah Gazetecilik Merkezi mensubu foto muhabiri Muhammed Abdülkerim el Bişevi, 27, 31 Temmuz 2001 günü bir İsrail hava saldırısında öldürüldü. 

4-Beytüllahim TV’nin müdürü Ahmed Numan, 38,İsrail’in Beytüllahim şehrine 8 Mart 2002 tarihinde düzenlediği bir saldırıda öldürüldü. 

5-Afganistan ve Kosova’da çatışmaların haberini yapmış İtalyan emektar gazeteci Raffaele Ciriello, 42, 11 Mart 2002’de Ramallah’taki Manara Meydanı’nda İsrail askerleriyle Filistinli militanlar arasında gerçekleşen şiddetli silahlı çatışmalar esnasında İsrail kurşunuyla vuruldu. Corriere della Sera için çalışıyordu. 

6-Beytüllahimli Cemil Abdullah el Nevavra, 35, 14 Mart 2002’de Ramallah’a yönelik bir saldırıda bir tank mermisinden kopan şarapnelin kendine isabet etmesiyle yaralanıp öldü. Filistin TV için çalışıyordu.

7-Emced Behçet el Alemi, 22, Filistin TV ve el NevresTV için çalışan bir kameramandı. Hebron’da İsrail askerlerinin sıktığı patlayıcı bir mermiyle 18 Mart 2002’de vurulup öldü.

8-Serbest fotoğrafçı ve yerel bir medya kuruluşunun müdürü İmad ebu Zehra, 30, 12 Temmuz 2002’de Cenin’de İsrail askerleri tarafından vurulup öldürüldü.

9-İssam Hamza Tillevi, 30, Filistin’in Sesi isimli radyo istasyonu için çalışıyordu. 22 Eylül 2002’de kuşatma altındaki Filistin Ulusal Yönetimi Başka Yaser Arafat’la dayanışma için Ramallah’ta düzenlenen barışçıl bir gösteriyi haberleştirirken İsrail askerlerince vuruldu. Tillevi, basın yeleği giymekteydi. 

10-Nezih Dervazi, 46, Filistin TV ve APTN Medya Ağı için çalışan bir kameramandı. 19 Nisan 2003’te İsrail’in Nablus’un tarihî kısımlarınadüzenlediği saldırıyı haberleştirirken vuruldu.

11-Muhammed ebu Halime, 21, İsrail kuvvetlerinceNablus’taki Balata mülteci kampının girişinde 22 Mart 2004’te vurulduğunda bir üniversiteye bağlı en-Necahradyo istasyonunda çalışıyordu.

12-Galli bir kameraman, yapımcı, yönetmen ve Emmyödülü sahibi olan James Henry Dominic Miller, 34, Gazze’deki Refah’ta 2 Mayıs 2003 tarihinde bir belgesel çekerken İsrail güçlerince öldürüldü.

13-Kudüs Radyosu’nda fotoğrafçı olarak çalışan Hasan Ziyad Şekvra, 23, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki BeytLahia’da 15 Mart 2008’de bir arabaya düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. 

14-Reuters kameramanı Fadıl Şena, 24, 16 Nisan 2008 tarihinde Gazze Şeridi’ne düzenlenen bir saldırıyı haberleştirirken bir İsrail tank mermisinden fırlayan flechette (fleşet) adıyla bilinen küçük oklarla öldürüldü. Reuters’a göre Şena’nın kamerası yok edilmeden önce çektiği son görüntüler tankın ateşi ve merminin patlaması oldu.

15-Ömer Abdül Hafız el Silevi, 28, Gazze Şeridi’ndeki Beyt Lahia’da 3 Ocak 2009’da bir İsrail hava saldırısında öldürüldüğünde el Aksa TV’de kameraman olarak çalışıyordu. 

16-Kamera asistanı Basil İbrahim Ferac, 22, 6 Ocak 2009’da İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Tel el Havra’da sivil bir binaya düzenlediği hava saldırısında öldürüldüğünde bir Cezayir televizyonu için çalışıyordu. 

17-Ehab Cemal el Vahidi, 33, Filistin TV’de bir kameramandı. 8 Ocak 2009 tarihinde İsrail’in Gazze kentindeki Doktorlar Kulesi’ne (Burç-ül Etba) yönelik hava saldırısında öldürüldü.

18-Ala Hammad Mürteca, 26, yerel el-Burak Radyo çalışanıyken 9 Ocak 2009 günü İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. 

19-Türk gazeteci Cevdet Kılıçlar, 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye giden Mavi Marmara gemisine saldıran İsrailli komandolar tarafından öldürüldü.

20-Hüsam Muahammed Selame, 30, El Aksa TV’de kameraman olarak çalışıyordu. 20 Kasım 2012’de İsrail’in Gazze Şeridi’nde El Aksa TV’ye ait bir araca düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. Dönemin UNESCO Genel Müdürü Irina Bokova, olayı “Üç Filistinli gazetecinin – Mahmud el Komi, Hüsam Selame,ve Ebu Ayşe – öldürülmesiyle sonuçlanan medya kuruluşlarının ve personalinin hedef alınmasından çok kaygılıyım” sözleriyle kınadı. 

21-Mahmud el Komi, 29, 20 Kasım 2012’deki İsrail hava saldırısında öldürülenler arasındayıdı. El Aksa TV’de kameraman olarak çalışıyordu. 

22-Muhammed Ebu Ayşe, 24, El Kudüs Eğitim Radyosu’nda çalışıyordu. 20 Kasım 2012’deki İsrail’in düzenlediği saldırıda bölgedeydi ve Komi ve Selami’yle birlikte öldürüldü.

Temmuz ve Ağustos 2014’te basin ve gazetecilik alanında çalışan on yedi Filistinli İsrail’in Gazze Şeridi’nde yürüttüğü 51 günlük saldırıda öldürüldü. Middle East Eyeo zaman öldürülen gazetecilerin isimlerini yayınlamıştı. Bu isimler şöyle:

23-Hamid Abdullah Şihab, 33, 24 Media için çalışıyordu. Bir İsrail hava saldırısı, basın sembolü taşıyan bir aracı Şihab içindeyken vurdu. 

24-Necla Mahmud el Hac, 29, bir basın ve toplum aktivisti idi. Bir İsrail hava saldırısında yedi aile ferdiyle beraber öldürüldü. 

25-Continue Medya Yapım’ndan Halid Hamad, 25. 

26-Abdül Rahman Ziyad ebu Hin, 28, El Kitab TV kanal editörü. 

27-Ezzat Düheyr, 23, hem Mahpuslar hem Hürriyet radyo kanalları çalışanıydı, aynı zamanda Refah’taki Filistin Gençliği Basın Hareketi yönetimi üyesiydi. Bir İsrail hava saldırısında 21 aile üyesiyle beraber öldürüldü.

28-Bahaeddin Kurayıb, 58, Filistin TV’nin İbranice haberkısmının baş editörüydü.

29-Ahid Zekat, 50, Filistin TV’de spor yazarı. 

30-Rami Rayan, 26, Filistin Medya Ağı’nda gazeteci ve fotoğrafçı.

31-Semih el Aryan, 29, El Aksa TV’de çalışıyordu.

32-Muahmmed Dehir, 27, El Risale gazetesinde editör. Bir hava saldırısında kızı ve beş aile ferdiyle beraber öldürüldü. 

33-Abdullah Fehcan, 22, Seda-ül Melaib sitesi ve El Aksa Spor’da spor yazarı.

34-Hamada Halid Mükat, 29, Seca haber sitesi yönetmeni ve Kuzey Gazze’deki Filistin Gençlik Basın Hareketi üyesi. 

35-Şadi Hamdi Ayad, 26, serbest gazeteci ve editördü. 

Muhammed Nureddin el Deri, 22, Filistin Ağı’nda foto muhabiriydi. 

37-Ali ebu Afaş, 36, Doha Basın Merkezi’nde program yönetmeni olarak çalışıyordu. 

38-Simone Camilli, 35, Associated Press’e çalışan İtalyan gazeteci ve fotoğrafçıydı.

39-Abdullah Fadıl Mürteca, 26, El Aksa TV ve ŞehabAjansı’nda gazeteciydi. 

40-Ahmed Ebu Hüseyin, 26, foto muhabiriydi. 13 Nisan 2018’de İsrail kuvvetlerinin Gazze Şeridi’ne düzenlediğisaldırıda mermilerin karın bölgesine isabet etmesiyle 25 Nisan 2018’de hayatını kaybetti.

Metnin orjinali için: https://www.middleeasteye.net/news/shireen-abu-akleh-other-palestinian-journalists-israel-killed

Amerikan Antropoloji Derneği (AAA) İsrail akademik kurumlarını boykot kararı aldı

Siyonist İsrail’in Filistinlilere Yönelik apartheid politikaları bir noktada daha dirençle karşılaştı. Geçtiğimiz pazartesi yapılan oylama ile; Amerikan Antropoloji Derneği %71 gibi ezici bir oyla Siyonist İsrail’in akademik kurumlarını boykot etme kararı aldı.

Siyonist İsrail’in kuluçka üssü ABD’de, önemli bir akademik kurumun bu kararı alması Filistin halkının davasında kuşkusuz önemli bir gelişmedir.

Siyonist lobi, Amerikan Antropoloji Derneği’ne kararını geri çekmesi yönünde baskı yaparken %71’lik ezici oy oranı kararın meşruiyetini tahkim ediyor.

Derneğin bu boykot kararı, Siyonist ve Irkçı İsrail’in sözde parlamentosu olan Knesset’te yeni ve işgalci oluşumun yürütme organına büyük yetki veren faşizan bir yargı reformu tartışılırken gerçekleşti.

Bugün İsrail, içeriden bir patlama ile tutuşuyor ve Siyonistler cephe gerisinde kendi kendileriyle kavgaya tutuşmuşken tüm Dünya’da Filistin dostları mevzii kazanmayı sürdüyor.

Siyonist İsrail, Filistin topraklarını bir açık hava hapishanesine dönüştürdü!

İstibdad rejimi, can dostu Siyonistlerle her geçen gün normalleşme adımlarına bir yenisini eklerken Birleşmiş Milletler (BM) bir Filistin raporu yayımladı. BM bağımsız raportörü Francesca Albanese tarafından hazırlanan rapor çok çarpıcı.

Rapora göre bugüne kadar İsrail tarafından hapse atılan Filistinlilerin sayısı 800.000 civarında. Bunların 100.000’i Birinci İntifada (1987-1993) 70.000’i İkinci İntifada (2000-2006) ve 6.000’den fazlası da Birleşik İntifada (2021) sırasında tutsak edilmiş. Siyonist rejimin sadece geçen yıl hapse attığı Filistinli sayısı ise 882’isi çocuk yaklaşık 7.000 kişi. Bugün İsrail tarafından esir tutulan 155’i çocuk 5.000 Filistinli var. Bunların 1.000’den fazlası herhangi bir suçlama yöneltilmeden ve mahkemeye çıkarılmadan idari tutukluluk adı altında hapsediliyor. İsrail hapishaneleri hem insanlık dışı yaşam koşulları hem de sistematik işkencenin ve kötü muamelenin defalarca kayıt altına alındığı yerler. Tüm bu tutuklama ve alıkoyma işlemlerinin işbirlikçi Filistin yönetimiyle iş birliği halinde yapıldığını da eklemek gerek.

Raporda İsrail rejiminin uygulamalarının uluslararası düzeyde insan hakları yasalarına ama aynı zamanda ceza yasalarına göre suç olduğunun altı çiziliyor. Tabii Siyonistler bu ithamlardan kurtulmak için çeşitli cambazlıklar da yapıyor. Mesela işgal altındaki bölgelerin işgal edilmediğini buraların ihtilaflı bölgeler olduğunu söyleyerek zaten tanımadıkları uluslararası yasaların da etrafından dolanıyorlar.

Filistin halkı planlı ve sistematik bir saldırı altında

Fakat Siyonist rejimin tutuklama adı altında esir alma uygulaması madalyonun sadece bir yüzü. BM raportörünün değindiği bir diğer konu ise tutuklanmayan, hapse atılmayan Filistin halkının yaşadığı sistematik zulüm ve işkence.

İsrail sistematik bir yöntem olarak işgal ettiği alanlarda yaşayan herkesi bir güvenlik tehdidi olarak tanımlıyor ve buna göre davranıyor. Dolaysıyla işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistin halkının, bastırılması, etkisiz ve işlevsiz birer tutsağa dönüştürülmesi bu yöntemin olmazsa olmazı. Ama bu yöntemin şüphesiz ki en önemli sonucu, tehdidin ortadan kaldırılmadığı durumda uzaklaştırılması, yani Filistin halkının yaşadıkları topraklardan sökülüp atılması olarak kendini gösteriyor. Yani Filistin halkının yaşadığı toprakları bir açıkhava hapishanesine çevirmek, insanların hayatlarını yaşanılmaz hale getirmek ve sonunda yerleşimcilerin geleceği boş alanlara dönüştürmek İsrail için yaşamsal bir politika. Bunu yerine getirirken de birkaç katmandan oluşan bir sistem uyguluyorlar.

Fiziksel olarak hapsetme

Filistin halkının yaşadığı toprakları yasa dışı Gazze kuşatmasında olduğu gibi fiziksel olarak askeri güçle kuşatmak, birbiriyle bağlantısı olmayan küçük parçalar haline getirmek ve Filistinliler tarafından kullanılabilen alanı git gide küçültmek. Batı Şeria’da olduğu gibi Siyonist yerleşimcilerin güvenliği için kontrol noktaları kurmak ve insanların kendi yaşadıkları şehirlerde dahi en temel ihtiyaçlara, ana caddelere vb. ulaşımını kısıtlamak. Ya da El Halil’de olduğu gibi az sayıda yerleşimciyi yasa dışı bir şekilde yerleştirip, bu yerleşimcilerin güvenliğini sağlamak bahanesiyle kentin kalan her yerini kontrol noktaları ve güvenlik tedbirleriyle yaşanmaz hale getirmek. Bunlar Siyonist rejimin Filistin topraklarını fiziksel olarak bir açık hava hapishanesine çevirmek için kullandığı birkaç farklı yöntem.

Bürokratik olarak hapsetme

Fiziksel olarak kontrol altında tutulan alanlarda, Filistin halkının en temel yaşamsal ihtiyaçlarını dahi karşılamak için bile Siyonist rejimin izni ve onayına ihtiyacı var. Yaşadığınız alanı terk etmek, bir yere yerleşmek, ailenizi ziyaret etmek, hatta sağlık ihtiyaçlarınızı karşılamak için bürokratik izin prosedürlerinden oluşan bir duvarı aşmanız gerekiyor. Bu izinler olmadan çalışmanız veya seyahat etmeniz durumunda tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Burada uygulamanın güvenlik şüphesi gerekçesiyle tamamen keyfi olduğunu ve şeffaflıktan uzak oluğunu da eklemek gerekiyor.

Dijital olarak hapsetme

Filistin halkı her yerde bulunan güvenlik kameraları, yüz tanıma sistemleri, dronlar ve sosyal medya hesaplarının takip edilmesi aracılığıyla sürekli olarak izleme altında bir hayat sürmek zorunda. Buralardan elde edilen bilgiler sayesinde yerleşimcilerin yayılmacı tutumuna karşı gerçekleştirilen her türlü protesto veya direniş tutuklanma ve cezalandırmayla karşı karşıya kalabiliyor.

Siyonizm kanserli bir dokudur!

Siyonist İsrail rejiminin üzerine kurulu olduğu sistem, yasa dışı yerleşim yerleri kurarak, işgal ettiği alanları günden güne genişleterek, bütün Filistin topraklarını devasa bir açık hava hapishanesine çevirerek, uluslararası yasaları ve en temel insan haklarını bile tanımadan Filistin topraklarını Filistin halkından etnik olarak temizlemek üzerine kuruludur.

İsrail rejimi bütün bunları yaparken gücünü sadece kendinden ve aparatı olduğu emperyalistlerden almıyor, birbiri ardına normalleşme adımları atan işbirlikçi rejimlerden de alıyor. Bugün yapılması gereken, ırkçı Siyonist rejimle normalleşme adımlarının atılması değil, İsrail’in ekonomik, politik ve kültürel olarak yalıtılmasıdır. İstibdad rejimi bir avuç dolar için Filistin halkının karşısında, Siyonistlerin yanında yer almayı seçmiş olabilir. Bizim yapacağımız hem Siyonizme ve onun aparatlarına karşı hem de AKP istibdadına ve onun işbirlikçi uygulamalarına karşı dur durak demeden mücadele etmektir.

İsrail Cenin’de Katliam Yapıyor

Siyonist İsrail güçlerinin, Cenin’deki kuşatma ve saldırıları ikinci gününde yeni katliamlarla devam ediyor. İsrail güçlerinin aralıksız devam eden saldırılarında yaşamını yitiren Filistinlilerin sayısı 10’a yükseldi.

İsrail güçlerinin 3 Temmuz Pazartesi günü Cenin mülteci kampına karadan ve havadan başlattığı saldırı, 2000-2005 yılları arasındaki İkinci İntifada’dan bu yana işgal altındaki topraklardaki en büyük askeri operasyon.

Filistin Sağlık Bakanlığı’na göre, Cenin’de 100’den fazla Filistinli yaralandı. İşgalci buldozerler, Cenin sokaklarında derin şeritler açarak araçları ve mülkleri tahrip ederken, zaten mülteci olan 500’den fazla Filistinli aile, Cenin mülteci kampındaki evlerinden zorla tahliye edildi.

İşgal güçleri, Cenin sokaklarında yüzlerce Filistinliyi toplayıp ciplere ve arabalara bindirip sorguya çekiyor ve direnişi hedef almak için toplu tutuklamalara girişiyor.

İşgal güçlerinin, Filistin ambulanslarının yaralılara ulaşmasını engellerken, evleri camileri ve Cenin Özgürlük Tiyatrosu’nu hedef aldığı görülüyor.

1950-1951 Bağdat Bombardımanları Hakkında Şoke Edici Bir İddia

Avi Shlaim’in ailesi Bağdat’ta huzurlu bir yaşam sürdürüyordu. Babil’deki varlıkları 2500 yıl öncesine dayanan Irak’ın Yahudi azınlığının müreffeh ve seçkin üyelerindendiler; hizmetçileri ve dadıları olan büyük bir eve sahiptiler, en iyi okullara gittiler, ülkenin önde gelenleriyle arkadaşlık ettiler ve bir ışıltılı partiden diğerine giderek yaşadılar. Shlaim’in babası, bakanlarla ahbaplık eden başarılı bir iş adamıydı. Kendisinden çok daha genç olan annesi ise Mısır Kralı Faruk’tan Mossad’a kadar hayranları olan, toplumsal yönden hırslı ve güzel bir kadındı. Irak toplumunun bu ayrıcalıklı kesimi için içinde yaşadıkları ülke zengin, kozmopolit ve genel olarak uyum içinde yaşanan bir yerdi. Ve bunlar 1945’te Bağdat’ta doğan genç Shlaim’in iyi günleriydi.

Ancak bu durum uzun sürmeyecekti. 1950 yılında, Irak’ın başkentindeki Yahudi nüfusunu hedef alan bir dizi bombalı saldırı sonrasında, o ve ailesi, yeni kurulmakta olan İsrail devletinde yeni bir hayata başlamak için eski vatanlarından kaçmak zorunda kaldı. O günlerde ellili yaşlarında olan babası İbranice konuşamıyordu ve bu taşınma yüzünden her şeyini kaybetti. Birkaç başarısız iş kurma girişiminden sonra bir daha hiç çalışmadı. Shlaim’in hayat dolu annesi, Bağdat’ta bir sosyete mensubunun ışıltılı hayatını, Tel Aviv’in doğusundaki Ramat Gan’da çok daha kötü koşullar içinde yaşadıkları sıradan bir telefonculuk işiyle değiştirerek boşluğu doldurmak zorunda kaldı. Çift ayrı düşüp boşandı ve Shlaim’in babası 1970 yılında öldü.

Emekli bir Oxford profesörü ve Arap-İsrail çatışmasının saygın tarihçilerinden olan Shlaim, 70 yıldan uzun bir süre sonra çalkantılı çocukluğunun derinliklerini deşerek, İsrail’le kurdukları ilk ilişkisinin bir aşağılık kompleksi tarafından şekillendirildiğimi anladı. Arap topraklarından gelen Yahudiler olan Sefaradlar, Avrupalı soydaşları olan Aşkenazlar tarafından hor görülüyordu. Okulda adeta dili tutulmuş, suskun biriydi ve İsrail’de geçirdiği mutsuz bir dönemin ardından ancak genç bir delikanlı olarak Britanya’ya yerleştiğinde kendine güvenini yeniden kazanabildi.

Bu sarsıcı ve son derece tartışmalı kitabın odağında Shlaim’in 1950 ve 1951 yıllarında Bağdat’ta Yahudi hedeflere yönelik bombalı saldırılar hakkındaki araştırması yer alıyor. Bu yıllar arasında yaklaşık 135.000 kişilik Yahudi nüfusunun 110.000 kadarı Irak’tan İsrail’e göç etti. İsrail bu saldırılarla herhangi bir ilgisi olduğunu sürekli olarak reddetmiş olsa da Yahudi toplumunu Irak’tan kaçıp İsrail’e yerleşmeye ikna etmekle görevli Siyonist ajanların gizli faaliyetleri konusunda şüpheler mevcuttu. Shlaim’in patlattığı bomba ise, Yahudilerin Babil’deki bin yıllık varlığının sona ermesine yardımcı olan “terörist saldırılarda Siyonistlerin parmağı olduğuna dair inkâr edilemez kanıtları” ortaya çıkarmak oldu. Bu son derece ciddi bir iddia ve her daim hararetle tartışılacak.

Bu, kişisel olanla politik olanı başarıyla harmanlayan ve oldukça ustaca yazılmış bir kitap. Aile hayatının hem ihtişamlı hem de ıstıraplı anıları can alıcı bir şekilde yeniden yaratılmış. Shlaim, 1948’de İsrail’in kurulmasının tek kurbanının Filistinliler olmadığını hatırlatan kuvvetli ve insancıl bir ses. Siyonist projenin, Arap topraklarındaki Yahudilerin konumuna ölümcül bir darbe indirdiğini, onları kabul gören yurttaşlardan yeni Yahudi devletinin beşinci kol faaliyetlerinin olağan şüphelilerine dönüştürdüğünü savunuyor. Hem Arap hem de Yahudi kimliğine kararlılıkla bağlı kalması bu anı kitabının başlığını,(Three Worlds Memoir of an Arab Jew, Üç Dünya: Bir Arap Yahudisinin Anıları) oluşturuyor.

Shlaim, askerlik hizmetini ve 1966’da Cambridge’e üniversite öğrencisi olarak gelişini anlattıktan sonra, öyküsünü Siyonizm ve modern İsrail devletine karşı tam cepheden bir saldırı başlattığı olağanüstü bir sonsözle sonlandırıyor. Bundan önce anlatılmış olan her şeyden sonra bile, bu bölümün sertliği hayrete düşürüyor.

Bu, bazı okuyucuları hayrete düşürecek çarpıcı bir J’Accuse[1]. Avrupa merkezci Siyonist hareketin ve İsrail’in Araplar ve Yahudiler, İsrailliler ve Filistinliler, İbraniler ve Araplar, Yahudilik ve İslam arasındaki fay hatlarını derinleştirdiğini savunuyor. Siyonizmin “Çoğulculuk, dini hoşgörü, kozmopolitizm ve bir arada yaşama” gibi kadim bir mirası silmek için aktif olarak çalıştığını anlatıyor. “Siyonizm her şeyden önce birbirimizi insan olarak görmemizi engelledi” diyor. Başlangıçta “Filistin’in etnik temizliğini” gerçekleştiren “yerleşimci-sömürgeci bir hareket” tarafından kurulan İsrail, “komşularına soykırım niyetleri atfeden ve her zamanda kuşatılmış gibi davranan bir kale devlet” haline gelmiştir. Bu oldukça zorlu bir tartışma. Shlaim, ailesi de dahil olmak üzere İsraillilerin çoğunluğunun İsrail’in bir “apartheid devleti” olarak tanımlanmasına öfkelendiğini itiraf ediyor, ancak kendisi tam olarak böyle düşünüyor.

Geleceğe yönelik en etkili yola gelince, yazarın İsrail-Filistin meselesinde “iki devletli” çözümün iflas ettiği sonucuna karşı çıkmak çok güç. İsrail yerleşimlerinin yıllarca durmaksızın ve yasadışı bir şekilde genişlemesinin ardından, bunu göstermenin en açık yolu basit bir soru sormaktır. Filistin devleti tam olarak nerede kurulacak?

Shlaim’in tercih ettiği ve bir zamanlar aşırı uç bir yaklaşım olarak kabul edilen, fakat artık Filistinliler de dahil olmak üzere giderek artan bir ciddiyetle ele alınan, ancak çok az sayıda İsraillinin kabul ettiği çözüm, “etnik köken veya dine bakılmaksızın tüm vatandaşları için eşit haklara sahip” tek devletli çözümdür. Bu İsrail Yahudi devletinin sonu anlamına gelecektir. Peki bu neden düşünülmelidir ki? Shlaim son bir bıçak darbesiyle şöyle cevap veriyor: “21. yüzyılda apartheid sürdürülebilir değildir.”

Justin Marozzi

[1] “J’Accuse” (Suçluyorum), 19. Yüzyılda Fransa’daki ünlü Alfred Dreyfus davasında hükümet ve ordunun delilleri örtbas ederek kurduğu kumpasa dikkat çekmek için Émile Zola tarafından yazılan bildiri. (çevirmenin notu) https://www.spectator.co.uk/article/the-shocking-truth-behind-the-baghdad-bombings-of-1950-and-1951/

Normalleşmeye karşı “ilk kurşun”

Arap dünyasının birçok köşesinde iktidarda olan gerici rejimler ile halk arasındaki ikilik her geçen gün artıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump döneminde bizzat ABD emperyalizminin girişimiyle “İbrahimî Anlaşmalar” denilen bir süreç başlamış, Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan ile Siyonist İsrail arasında normalleşme antlaşmaları imzalanmıştı. Normalleşme adıyla yutturulmaya çalışan ise Filistin halkına ihanet ve Siyonizme teslimiyetti. Mısır ve Ürdün bu ihanet yoluna zaten daha önceden girmişti. Suudi Arabistan ise bugünlerde İsrail ile   normalleşmek için pazarlık yapıyor, fiyatını yükseltmeye çalışıyor. Bu sürecin anlamı Filistin halkının şanlı direnişinin yalnızlaştırılması, Siyonizm muhipliğinin ise Ortadoğu’da vaka-i adiye haline getirilmesidir.

Arap halkının kalbinin ise Körfez’den Kuzey Afrika’ya, Mısır’dan Biladu’ş-Şam’a kadar Filistin direnişiyle attığını anlamak mümkün. Halkın fikrini açıkça soran, “Siyonizme teslimiyet hakkında ne düşünüyorsun” diye onlara danışan yok, dolayısıyla bu sesi duymak daha zor. Ama alametleri okumayı bilen için ortadaki tablo çok açık. Katar’daki dünya kupası sırasında İsrail televizyonlarının mikrofon uzattıkları Arap taraftarlarca sıklıkla reddedilmesi de, diasporadaki Arap gençleri arasında Filistin davasının gitgide güçlenmesi de bunun birer işareti. Bir diğer önemli işaret ise Arap devletlerinin ihanetine ya da en iyi ihtimalle atıllığına rağmen, bu devletlerin vatandaşlarından gelen bireysel direniş eylemleri.

Geçtiğimiz aylarda yaşanan çeşitli örneklere ek bir vaka, Haziran başında Mısır-İsrail sınırında yaşandı. Bölgede görevli genç bir Mısır polisi, sınırdaki bir açıklıktan yararlanarak İsrail tarafına geçti, yaklaşık 2 kilometre yürüyerek Nitzana yakınlarındaki küçük bir İsrail askerî kontrol noktasında iki Siyonist askeri öldürdü. Başka Siyonist askerlerin de gelmesini bekleyerek onlarla çatışmaya girdi ve bir Siyonist askeri daha öldürdükten sonra elde silah dövüşerek hayatını kaybetti.

Mısır devleti ilk başta bu bireysel direniş eylemini inkâr etmeye çalışıp, İsrail askerlerinin ölümünün uyuşturucu kaçakçılarına açılan ateşten kaynaklandığını açıkladı. Eylemin içeriğine dair bilgiler yayılmaya başlayınca gerçeği itiraf edip, tek başına hareket eden bir polisin bu eylemi gerçekleştirdiğini kabul etmek zorunda kaldı. Belki de daha da önemlisi, devletin ve devlet medyasının sansür girişimlerine rağmen, özellikle sosyal medyada Mısır halkının bu polisi bir kahraman olarak sahiplenmesi oldu. Arap halkı bunu yaparak yalnıza bir bireysel direniş eylemini sahiplenmiyor, teslimiyet yolunu seçen Arap rejimleri karşısında kalbinin Filistin direnişiyle attığını da bir kez daha gösteriyor. Türkiye’deki istibdad rejimi de aynı teslimiyet yolunu tutmuş durumda. Bize düşen ise istibdadın hıyaneti karşısında Filistin direnişine omuz vermektir!

Gazzeli Necla ve İsrail Apartheid’ı

Filistin halkı, tarihî Filistin topraklarının her bir yanında, Siyonizmin zulmüyle boğuşuyor. 1948’te işgal edilen topraklarda bulunanlar Siyonist İsrail devletinin Apartheid rejimi (yasal ayrımcılık düzeni) içinde ikinci sınıf vatandaşlığa denk gelen bir yasal statüyle yaşıyor. Batı Şeria halkı ise her biri duvarlarla ve kontrol noktalarıyla birbirinden ayrılmış adacıklarda, ya işgal hukuku altında ya da işbirlikçilerin copunun ve sopasının gölgesi altında bulunuyor. Gazze ise mutlak ve amansız bir kuşatma altında. Gazze’deki işgal hukukunun alçaklığı, Mayıs ayında kendini bir kez daha gösterdi.

Bu seferki vaka, ortada silah ve savaş yokken dahi, Siyonist işgalin Filistin halkına gadrinin nasıl korkunç biçimler alabileceğini açıkça gösteriyor. Gazze’de yaşayan Necla İrcilet’e 2022’nin haziran ayında göğüs kanseri teşhisi konuldu. Gazzeli Necla’nın ilk tedavisini Gazze’deki doktorlar üstlendi. Önce bir ameliyatla kötü huylu tümör alındı, sonra da Siyonizme karşı savaşan Gazze’de kansere karşı savaş kemoterapi ile devam etti. Sonraki aşamada ise doktorlar radyoterapiyi salık verdiler.

Ne var ki Siyonizmin ambargosu altındaki Gazze’de bu tedavi imkânı yok, yani Gazzeli Necla’nın tedavi için Küdüs’e, Filistin’in tarihî başkentine gitmesi gerekiyor Hepi topu 80 kilometre. Ama bu iki Filistin toprağının arasında Siyonizmin askerleri, duvarları, dikenli telleri var. Yani Filistinli Necla’nın, Filistin’in Gazze’sinden, Filistin’in Kudüs’üne gitmesi için Siyonistlerin izni lazım. Siyonizmde ise ne izan ne vicdan bulunur. Seyahat izni için Gazzeli Necla’nın ilk başvurularını reddeden Siyonistler, yeni başvurulara ise “değerlendirme aşamasında” demekle yetiniyor. Yani Gazzeli Necla, kendi vatanındaki bir saatlik yolu yapamadığı için ölümün pençesindeyken, Siyonist işgalci “bakacağız” demekle yetiniyor.

Necla daha 45 yaşında. Bu insanlık dışı işgal elbet bitecek. Siyonist Apartheid elbet Filistin halkının ayaklarının altında ezilecek. O gün geldiğinde, hem kanserle hem de Siyonizmle savaştan zaferle çıkmış olan Gazzeli Necla, Filistin’in bölünmemiş başkenti Kudüs’e Siyonizmin değil askerini, bayrağını bile görmeden, tedaviye değil bayram etmeye gidecek.

AB İsrail’in Katil Polisleri İle İşbirliği İçinde

Itamar Ben-Gvir’e, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı son işgalinde İsrail polisi eşlik etti.

İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, İsrail polis güçlerinin son Mescid-i Aksa işgalinde polislerin yanında idi.

Hollanda büyükelçisi gibi bazı diplomatlar, bu durumu hoş karşılamayarak, ziyareti kışkırtıcı buldular. Ama AB’li diplomatlar onun dışındaki hemen hemen her İsrail temsilcisini Tel Aviv’deki AB büyükelçiliğinin ev sahipliği yaptığı resepsiyonlara davet ettiler.

AB elçileri, Siyonizm’in liberal ambalaj kağıdı içinde sunulmasını tercih ediyor. Ben-Gvir, ambalaj kağıdını çıkararak Filistinlilere karşı ölümcül bir nefreti ve Filistinlilere tamamen hükmetme arzusunu ortaya çıkardı.

Ben-Gvir güvenlik bakanı olmadan çok önce de, İsrail polisi Filistinlilere karşı aynı nefreti sergiliyordu. Birkaç gün önce Yahudi üstün ırkçılarının “Araplara Ölüm” mitingi sırasında Filistinlilere saldırdıkları vahşet İsrail polisini bilenler için tanıdıktı.

AB, Ben-Gvir ile doğrudan muhatap olmaktan kaçınsa da, uzun süredir İsrail polisiyle işbirliği yapmaya istekli görünüyor. Bilgi edinme özgürlüğü talebiyle elde edilen bir belge, bunu kanıtlıyor. AB Kolluk Kuvvetleri Eğitim Ajansı (CEPOL olarak bilinir) için hazırlanan Haziran 2016 tarihli belgede, CEPOL temsilcilerinin o ay İsrail Ulusal Polis Akademisine yaptıkları ziyaret sırasında AB-İsrail işbirliğindeki “kullanılmamış potansiyeli” vurgulamaları tavsiye ediliyor.

Satır aralarını okuyan, CEPOL’ün İsrail işgaliyle işbirliği yapmak istediğini hiçbir şüphe yer bırakmayacak şekilde görüyor.

CEPOL belgesinde 2016 gezisinin güzergahında İsrail Sınır Polisi ile yapılan görüşmelerin yer aldığı belirtiliyor. Sınır Polisinin, Doğu Kudüs de dahil olmak üzere Batı Şeria’yı işgal eden İsrail ordusu ile kilit bir ortak olduğu ve pratikte ondan ayrılmadığı biliniyor.

Bu ziyaretten bir yıldan kısa bir süre önce – Eylül 2015’te – İsrail açık ateş düzenlemelerini gevşetmiş. askerlere ve polise, taş veya Molotof kokteyli atan Filistinlilere, yani aşırı baskı altında doğan çocuklara ve gençlere karşı gerçek mühimmat kullanmaları için daha fazla hareket alanı tanımıştı.

Bu yüzden CEPOL, İsrail-AB işbirliğindeki “kullanılmamış potansiyelden” yararlanmak istediğini öne sürdüğünde, çocukları cezasız bir şekilde öldüren bir polis gücüyle daha yakın ilişkileri savunmuş oluyor.

CEPOL, 2007’den beri İsrail ve Filistin Otoritesinin polis güçleriyle iş birliği yapıyor.

AB kodamanları, “her iki tarafla” çalışmanın dengeli bir yaklaşımın kanıtı olduğunu ima etmeyi seviyor. Acı gerçek şu ki, acımasız bir askeri işgal bağlamında “denge” imkansızdır.

“Her iki taraf” söylemi de yanıltıcıdır. Çünkü AB, İsrail’i stratejik bir müttefik olarak görüyor. “Terörizm” terimini de İsrail’in Filistinlileri korkutmak için kullandığı bahane olduğunu biliyoruz.

Bu nedenle AB’nin Ben-Gvir’e soğuk davranma çabalarına şüpheyle yaklaşılmalıdır. AB, ırkçı şiddeti uzun süredir uygulayan bir polis gücüyle işbirliği yapmaya devam ederse, onun görüneceği korkusuyla resepsiyonları iptal etmek anlamsız bir jest olur

Kaynak: https://electronicintifada.net

“Her şeyi geride bıraktık!” – 75. Yılında Nekbe

Fatma Ebu Dayya, ailesi Yibna’daki evlerini terk etmek zorunda kaldığında 7 yaşındaydı. (Rami Bolbol)

1947-49 yılları arasında 750.000 ila bir milyon Filistinli, Siyonist milisler tarafından bir daha geri dönmemek üzere zorla topraklarından sürüldü.

Filistin’in yerli halkını terörize eden katliamlarda yüzlerce köy ve kasaba yok edildi, binlerce Filistinli öldürüldü.

Katliamdan yetmiş beş yıl sonra, tanık neslin birçoğu artık aramızda değil. Ancak bazıları Arapça “felaket” anlamına gelen Nekbe’nin öyküsünü anlatmak için hâlâ hayatta.

Bugün 82 yaşında olan Fatma Ebu Dayya, 1948 yılında ailesi Siyonistler tarafından ele geçirilen köyleri Yibna’dan kaçmak zorunda kaldığında 7 yaşındaydı. Yibna köyü, Remle’nin 15 kilometre güneybatısında yer alıyor.

“Babam, evimizin anahtarını ve bazı giysileri aldı, sonra da eşeklerin çektiği bir arabaya bindik. Önce Aşdod’a gittik,” diyor The Electronic Intifada web sitesine. Fatma Ebu Dayya, Aşdod’a giden yolu “çok uzun ve aşırı kumlu” olarak hatırlıyor.

Ancak Aşdod da güvenli değildi. “Aşdod ve civar bölgeler de hava saldırılarına maruz kalıyordu, bu yüzden oradan ayrılıp Gazze’ye gitmek zorunda kaldık.”

Aile en sonunda Fatma’nın çocukluğunun geçeceği bir mülteci kampında, Gazze’nin Beyt Lahya bölgesinde durdu.

“Nekbe kelimesini düşündüğümde yüreğim sızlıyor. Hiçbir şey yerinden edilmek, kendi anılarından ve hayatından koparılmak kadar kötü hissettiremez.”

Yibna narenciyeleri, zeytin ve palmiye ağaçları ve tatlı su kaynaklarıyla meşhur bir yerdi. Fatma da çiftçi olan babasına yardım ederdi.

“Topraklarımızın kokusunu çok özlüyorum. Biz ayrıldıktan sonra babam portakal ve üzüm ekinlerine geri dönme hasretini hiç yitirmedi. O geri dönme umudunu hiç kaybetmedi.”

İnsanların yaklaşan Siyonist milislerden nasıl kaçtıklarını, bazılarının bombalardan kaçmak için her şeylerini geride bırakarak yalınayak koştuklarını capcanlı bir şekilde hatırlıyor.

Fatma’nın ailesi tanık olduğu trajedilere rağmen, yerlerinden edilmelerinin geçici olacağından emindi.

Bugün Fatima’nın 10 torunu var ve bir gün Yibna’ya dönmeye kararlı.

“Her sabah torunlarıma Yibna’daki çocukluğumla ilgili öyküler anlatıyorum ve onları Yibna’nın tarihi hakkında eğitiyorum. Onlara ne kadar basit ama mutlu günlerimiz olduğunu anlatıyorum.”

İsrail yalnızca topraklarını çalmakla kalmadı.

“İsrail tarihimizi ve anılarımızı çaldı. Torunlarıma Filistin’in onların değil bizim vatanımız olduğunu öğretmek benim görevim.”

Şair

Hasan el-Deryavi, torunlarına Hayfa’daki evlerini anlatıyor. (Rami Bolbol)

83 yaşındaki Hasan el-Deryavi Hayfalı. Ailesi tehcir edildikten sonra onlar da Beyt Lahya’ya yerleşmişler.

Emekli bir Arapça öğretmeni olan Hasan, ailesi Hayfa’yı terk etmek zorunda kaldığında 8 yaşındaymış.

“Evvela Siyonist milisler Kermil Dağı civarını işgal etti. Sonra tüm bölgeyi bombalamaya başladılar.”

Hasan ve ailesi yanlarına yalnızca taşıyabilecekleri eşyalarını alarak kaçmışlar.

“Babam birkaç gün sonra döneceğimizi düşündüğünden, içine temel eşyalarımızı koyduğumuz küçük bir çanta hazırladı yalnızca. Anımsayabildiğim kadarıyla ben de okul çantamı ve topumu almıştım. Diğer her şeyi geride bıraktık; toprağımızı, evimizi, paramızı ve hayallerimizi. Kendimizi bile orada bıraktık, bir gün geri döneceğimiz umuduna tutunarak.”

Babası o günlerde ticaretin merkezi olan Hayfa limanında çalışıyordu. Bir tarih meraklısı olan Hasan, Hayfa limanını ele geçirmenin Siyonistler için bir öncelik olduğunu, çünkü kentin Akdeniz bölgesine açılan bir kapı olarak stratejik bir konuma sahip olduğunu belirtiyor.

“Hayfa tarihi boyunca ticari ve askeri olarak son derece önemliydi. Bu yüzden sömürgeciler de hep bu şehri istedi” diyor The Electronic Intifada‘ya.

Hasan, birinci sınıfı Hayfa’daki El Vidad İslami Okulu’nda okumuş.

“Şahit olduğum en korkunç durum okulumun yerle yeksan olmasıydı. Siyonistlerin okulumu topçu atışlarıyla bombaladığı anı hâlâ hatırlıyorum.”

Hatırladığına göre Hayfa’daki son günler çok gergin geçmekteydi. Çatışmalar ve bombardıman yoğunlaştıkça, çocuklar sık sık koltukların altına sığınmak zorunda kalıyorlardı.

“Okulumuza gidebilmek için her gün kız kardeşlerimle birlikte uzun bir mesafeyi yürürdük. Okula varana kadar kurşunlardan saklanmak ve sokaktan sokağa koşturmak zorundaydık.”

İsrail, Gazze’yi dünyanın geri kalanından tecrit etmeden önce; Hasan, 1980’lere kadar öğrencilerini kimi zaman Filistin’de gezilere götürürdü.

“Bir gün Hayfa’yı da ziyaret ettik ve öğrencilerime evimin olduğu yeri, arkadaşlarımla futbol oynadığım ve dabke dansı yaptığım yerleri gösterdim. Keşke orayı tekrar görebilsem.”

Hasan, kimi zaman Hayfa hakkında şiirler yazıyor ve torunlarına daima Hayfa’yı hatırlatıyor.

“Biri bana görünmezlik pelerini verse, gizlenip Hayfa’ya giderim. Her karış toprağını, sokaklarını ve limanını hayal etmeye devam edeceğim. Her birimizin içinde derin bir yara var ve geri dönmedikçe bu yara asla iyileşmeyecek.”

Hayatta Kalan

Süleyman Hamdan, ailesinin Gazze’deki bir mülteci kampına nasıl sığındığını berrak bir şekilde hatırlıyor. (Rami Bolbol)

Bugün 81 yaşındaki Süleyman Hamdan, 1948 yılında altı yaşındaydı. Beş erkek ve dört kız kardeşiyle birlikte büyüdü.

O zamanlar dul olan Süleyman’ın annesi, köyleri Mağar’ı terk etmek zorunda kaldı; bu da zorlu yolculuk sırasında evlerinden, eşyalarından koparılmaları ve hatta Süleyman’ın kendisini de geride bırakması anlamına geliyordu.

Süleyman’ın annesi bir solunum yolu hastalığından muzdaripti ve zorlu yürüyüş sırasında sürekli tıbbi yardıma ihtiyaç duyuyordu. 1948’de Mağar’da Siyonist milislerin saldırısına uğradıktan sonra evini terk etmek ve Tiberya bölgesindeki Mecdel’e taşınmak zorunda kaldı.

“Annem için Mecdel’e olan uzun yolculuğu tek başına idare etmek çok güçtü. On çocuğu vardı ve beni yanına almayı unutmuştu. Neyse ki komşularından biri beni aldı ve anneme geri getirdi.”

Ancak Mecdel de kısa süre sonra saldırıya uğradı ve aile tekrar kaçmak zorunda kaldı. Daha da güneye doğru kaçtılar ve Gazze’nin hemen güneyindeki Refah’a ulaşana kadar da durmadılar.

Süleyman bugünlerde Mağazi mülteci kampında yaşıyor.

Süleyman uzun yıllar İsrail’de işçilik yaptı. Hatta bazen Mağar yakınlarındaki bir köy olan Yazur’da da çalışırmış.

Orada mazisinin acı hatıraları peşini bırakmazdı. Yine de kendi köyüne hiç gidememiş.

Kardeşinin ve Mağar’daki daha pek çok kişinin başına gelenleri ise hâlâ canlı bir şekilde hatırlıyor.

O günlerde köyün yakınlarında Britanya ordusuna bağla bir bölüğün konuşlanmış olduğunu hatırlıyor ve The Electronic Intifada’ya anlattığına göre, Britanya bölüğü kampı terk etmeden evvel yerel halkı kampı ele geçirmeleri için ikna etmeye çalışmışlar.

Ancak bu bir tuzaktı: 1920’lerden 1940’lara kadar Filistin’i idare eden Britanyalılar, kampta saklanan bir grup Siyonist’e silah ve mühimmat vermişti. Filistinli köylüler kampa vardıklarında üzerlerine ateş açıldı.

Süleyman’ın hatırladığına göre 25’ten fazla genç oracıkta katledildi. Kardeşi Mahmud da o gençlerle birlikteydi ancak kurtulmayı başardı.

Bu katliamın ardından Mağar halkı kaçtı.

Süleyman’ın babası köyün muhtarıydı. Dedesine 1880’lerde Osmanlı ordusunda hizmet ettiği için verilen 50.000 metrekareden fazla portakal bahçesine ve bir de su kuyusuna sahipti.

Süleyman, “Hiçbir eşyamızı yanımıza alamadık,” dedi. “Savaştan sonra topraklarımıza dönmeyi umut etmemize rağmen, yerinden edilen hiç kimse bunu yapamadı. Mülklerimiz yitip gitti. Babamın en çok özlediği şey su kuyusuydu.”

Geleneklerinizden ve tarihinizden vazgeçmeyin. Süleyman şimdi gençlere bunu nasihat ediyor.

“Her zaman köklerinize bağlı kalmalısınız,” diyor. “Onlar sizin geçmişinizdir; geleceğinizi şekillendirirler.”

Yasmin Ebusayma, Gazzeli serbest yazar ve çevirmendir.

The Electronic Intifada sitesinden çevrilmiştir.

Orjinali için: https://electronicintifada.net/content/we-left-everything-behind-nakba-75/37766