Avi Shlaim’in ailesi Bağdat’ta huzurlu bir yaşam sürdürüyordu. Babil’deki varlıkları 2500 yıl öncesine dayanan Irak’ın Yahudi azınlığının müreffeh ve seçkin üyelerindendiler; hizmetçileri ve dadıları olan büyük bir eve sahiptiler, en iyi okullara gittiler, ülkenin önde gelenleriyle arkadaşlık ettiler ve bir ışıltılı partiden diğerine giderek yaşadılar. Shlaim’in babası, bakanlarla ahbaplık eden başarılı bir iş adamıydı. Kendisinden çok daha genç olan annesi ise Mısır Kralı Faruk’tan Mossad’a kadar hayranları olan, toplumsal yönden hırslı ve güzel bir kadındı. Irak toplumunun bu ayrıcalıklı kesimi için içinde yaşadıkları ülke zengin, kozmopolit ve genel olarak uyum içinde yaşanan bir yerdi. Ve bunlar 1945’te Bağdat’ta doğan genç Shlaim’in iyi günleriydi.
Ancak bu durum uzun sürmeyecekti. 1950 yılında, Irak’ın başkentindeki Yahudi nüfusunu hedef alan bir dizi bombalı saldırı sonrasında, o ve ailesi, yeni kurulmakta olan İsrail devletinde yeni bir hayata başlamak için eski vatanlarından kaçmak zorunda kaldı. O günlerde ellili yaşlarında olan babası İbranice konuşamıyordu ve bu taşınma yüzünden her şeyini kaybetti. Birkaç başarısız iş kurma girişiminden sonra bir daha hiç çalışmadı. Shlaim’in hayat dolu annesi, Bağdat’ta bir sosyete mensubunun ışıltılı hayatını, Tel Aviv’in doğusundaki Ramat Gan’da çok daha kötü koşullar içinde yaşadıkları sıradan bir telefonculuk işiyle değiştirerek boşluğu doldurmak zorunda kaldı. Çift ayrı düşüp boşandı ve Shlaim’in babası 1970 yılında öldü.
Emekli bir Oxford profesörü ve Arap-İsrail çatışmasının saygın tarihçilerinden olan Shlaim, 70 yıldan uzun bir süre sonra çalkantılı çocukluğunun derinliklerini deşerek, İsrail’le kurdukları ilk ilişkisinin bir aşağılık kompleksi tarafından şekillendirildiğimi anladı. Arap topraklarından gelen Yahudiler olan Sefaradlar, Avrupalı soydaşları olan Aşkenazlar tarafından hor görülüyordu. Okulda adeta dili tutulmuş, suskun biriydi ve İsrail’de geçirdiği mutsuz bir dönemin ardından ancak genç bir delikanlı olarak Britanya’ya yerleştiğinde kendine güvenini yeniden kazanabildi.
Bu sarsıcı ve son derece tartışmalı kitabın odağında Shlaim’in 1950 ve 1951 yıllarında Bağdat’ta Yahudi hedeflere yönelik bombalı saldırılar hakkındaki araştırması yer alıyor. Bu yıllar arasında yaklaşık 135.000 kişilik Yahudi nüfusunun 110.000 kadarı Irak’tan İsrail’e göç etti. İsrail bu saldırılarla herhangi bir ilgisi olduğunu sürekli olarak reddetmiş olsa da Yahudi toplumunu Irak’tan kaçıp İsrail’e yerleşmeye ikna etmekle görevli Siyonist ajanların gizli faaliyetleri konusunda şüpheler mevcuttu. Shlaim’in patlattığı bomba ise, Yahudilerin Babil’deki bin yıllık varlığının sona ermesine yardımcı olan “terörist saldırılarda Siyonistlerin parmağı olduğuna dair inkâr edilemez kanıtları” ortaya çıkarmak oldu. Bu son derece ciddi bir iddia ve her daim hararetle tartışılacak.
Bu, kişisel olanla politik olanı başarıyla harmanlayan ve oldukça ustaca yazılmış bir kitap. Aile hayatının hem ihtişamlı hem de ıstıraplı anıları can alıcı bir şekilde yeniden yaratılmış. Shlaim, 1948’de İsrail’in kurulmasının tek kurbanının Filistinliler olmadığını hatırlatan kuvvetli ve insancıl bir ses. Siyonist projenin, Arap topraklarındaki Yahudilerin konumuna ölümcül bir darbe indirdiğini, onları kabul gören yurttaşlardan yeni Yahudi devletinin beşinci kol faaliyetlerinin olağan şüphelilerine dönüştürdüğünü savunuyor. Hem Arap hem de Yahudi kimliğine kararlılıkla bağlı kalması bu anı kitabının başlığını,(Three Worlds Memoir of an Arab Jew, Üç Dünya: Bir Arap Yahudisinin Anıları) oluşturuyor.
Shlaim, askerlik hizmetini ve 1966’da Cambridge’e üniversite öğrencisi olarak gelişini anlattıktan sonra, öyküsünü Siyonizm ve modern İsrail devletine karşı tam cepheden bir saldırı başlattığı olağanüstü bir sonsözle sonlandırıyor. Bundan önce anlatılmış olan her şeyden sonra bile, bu bölümün sertliği hayrete düşürüyor.
Bu, bazı okuyucuları hayrete düşürecek çarpıcı bir J’Accuse[1]. Avrupa merkezci Siyonist hareketin ve İsrail’in Araplar ve Yahudiler, İsrailliler ve Filistinliler, İbraniler ve Araplar, Yahudilik ve İslam arasındaki fay hatlarını derinleştirdiğini savunuyor. Siyonizmin “Çoğulculuk, dini hoşgörü, kozmopolitizm ve bir arada yaşama” gibi kadim bir mirası silmek için aktif olarak çalıştığını anlatıyor. “Siyonizm her şeyden önce birbirimizi insan olarak görmemizi engelledi” diyor. Başlangıçta “Filistin’in etnik temizliğini” gerçekleştiren “yerleşimci-sömürgeci bir hareket” tarafından kurulan İsrail, “komşularına soykırım niyetleri atfeden ve her zamanda kuşatılmış gibi davranan bir kale devlet” haline gelmiştir. Bu oldukça zorlu bir tartışma. Shlaim, ailesi de dahil olmak üzere İsraillilerin çoğunluğunun İsrail’in bir “apartheid devleti” olarak tanımlanmasına öfkelendiğini itiraf ediyor, ancak kendisi tam olarak böyle düşünüyor.
Geleceğe yönelik en etkili yola gelince, yazarın İsrail-Filistin meselesinde “iki devletli” çözümün iflas ettiği sonucuna karşı çıkmak çok güç. İsrail yerleşimlerinin yıllarca durmaksızın ve yasadışı bir şekilde genişlemesinin ardından, bunu göstermenin en açık yolu basit bir soru sormaktır. Filistin devleti tam olarak nerede kurulacak?
Shlaim’in tercih ettiği ve bir zamanlar aşırı uç bir yaklaşım olarak kabul edilen, fakat artık Filistinliler de dahil olmak üzere giderek artan bir ciddiyetle ele alınan, ancak çok az sayıda İsraillinin kabul ettiği çözüm, “etnik köken veya dine bakılmaksızın tüm vatandaşları için eşit haklara sahip” tek devletli çözümdür. Bu İsrail Yahudi devletinin sonu anlamına gelecektir. Peki bu neden düşünülmelidir ki? Shlaim son bir bıçak darbesiyle şöyle cevap veriyor: “21. yüzyılda apartheid sürdürülebilir değildir.”
Justin Marozzi
[1] “J’Accuse” (Suçluyorum), 19. Yüzyılda Fransa’daki ünlü Alfred Dreyfus davasında hükümet ve ordunun delilleri örtbas ederek kurduğu kumpasa dikkat çekmek için Émile Zola tarafından yazılan bildiri. (çevirmenin notu) https://www.spectator.co.uk/article/the-shocking-truth-behind-the-baghdad-bombings-of-1950-and-1951/