Ortadoğu’da Alametler Birikirken: Ürdün 

Mehmet Tevfik 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ihtilaf tarihte pek az görülmüş bir seviyeye ulaşıyor. El-Aksa Tufanı operasyonu ve İsrail’in giriştiği soykırım saldırısı ilk yılını doldururken, Arap kitleler büyük bir kuvvetle Filistin davasının arkasında. Bazı dönemlerde belli inişler çıkışlar yaşamış olan bu destek, muhtemelen son yarım asırdaki en tepe noktaya ulaşmış durumda. Bir yıldır süren soykırım ve özellikle de zamanla biraz olsun utangaçlaşsa da Batı emperyalizminin soykırıma ve soykırımcıya tereddütsüz desteğinin devam etmesi, bölge halkı için bir ulusal aşağılanmıştık hali yaratıp, Batı’nın desteğiyle gerçekleşecek bir iki devletli çözüme dair olası önyargıları da ortadan kaldırıyor.  

Bölgemize musallat olan gerici iktidarlar içinse Filistin olsa olsa bir an önce kapatılması gereken ve halkın gündeminden düşmesinde fayda olan bir konu. İran çevresinde toplanan ve Direniş Ekseni olarak anılan bir dizi ülke ve grup (Suriye, Irak, Lübnan’da Hizbullah ve müttefikleri, Yemen’de Ensarullah hükümeti) değişen seviyelerde de olsa sert bir tutuma sahip olmayı sürdürüyor. Bunun dışında Cezayir, Tunus, Kuveyt ve Umman Filistin davasına özel bir destek vermemekle beraber Siyonizm ile “normalleşmeyi” de reddetmeye devam ediyor. Bu ülkelerin dışında Arap dünyasının neredeyse tamamında devlet yöneticileri ya Siyonizmin bölgedeki varlığını kabul etmiş ya da bunun için doğru teklifin yapılmasını bekler durumda. İbrahimî Anlaşmalar ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas, utanç verici bir teslimiyetin altına imza attı. Bir dönem bölgenin siyasî merkezi olan Mısır ise Enver Sedat iktidarında 1973 savaşındaki başarılı askerî performans ile fiyat yükseltip, sonrasında Camp David’de Ortadoğu tarihinin en utanç verici anlaşmalarından birini imzalamış ve Cemal Abdül Nasır’ın başka birçok konuda tutarsız ama anti-Siyonizm konusundaki haysiyetli mirasını elinin tersiyle itmişti.  

Fakat bütün bu süreçte, en çarpıcı, en istisnai iş birliği örneği hep Ürdün olageldi. Resmî olarak İsrail ile barış antlaşması imzalaması 1994’te, Oslo sürecinin bir uzantısı olarak gerçekleşse de daha 1967 savaşının devasa bir moral bozukluğuna yol açan yenilgisi yaşanmadan önce dahi, İsrail ile boylu boyunca bir ilişki geliştiren ilk devlet Ürdün olmuştu. Ülkeyi yarım asır yöneten Kral Hüseyin, ortada resmi bir barış yokken dahi bir dizi önemli eşikte İsrail ile koordinasyon içinde hareket etmiş, hatta bir çeşit fiilî ittifak kendini göstermişti. Haşimi hanedanının yönetimindeki ülke, İsrail’e karşı silah çektiğinde dahi, bunu içerideki (Karame Muharebesi’nde Filistin Kurtuluş Örgütü) ya da dışarıdaki (1967 savaşında Nasır’ın Mısırı) anti-Siyonist güçlerin baskısı altında yapmak zorunda kalmıştı. Başka birçok önemli eşikte ise İsrail ile zımnen güç birliği etti. Burada akla gelen ilk örnekler, 1958’de Lübnan’a işgalci Amerikan askerlerinin çıktığı süreç ve 1970 Kara Eylül’ü sırasında, Suriye’nin FKÖ’ye destek vermek için Ürdün’e girmesi üzerine İsrail hava kuvvetlerinin Haşimi hanedanının desteklemek için Suriye’yi tehdit eden manevralara girişmesiydi.  

Fakat öte yandan, ülkenin tarihi ve coğrafi özellikleri sebebiyle, Filistin ile ilişkisi bazı zıt unsurları aynı anda içeriyor. Bir yandan, İsrail’in varlığının devamı Haşimi hanedanına, Haşimi hanedanının devamı ise İsrail’e çok şey borçlu olduğu için arada güçlü bir ittifak var. Bunu destekler biçimde, eğer bir Ürdün milliyetçiliğinden söz edilebilirse, bunun en önemli “ötekisi”, ülkedeki Çerkes ya da Çeçen azınlıktan ziyade bugün nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Filistinli-Ürdünlülerdir. Özellikle 1948’de Nekbe ile 1967’de Nekse arasındaki dönemde, yani Batı Şeria’nın Ürdün kontrolü altında olduğu dönemde bu eğilim güçlenmiş, ülkenin iç siyasetini belirleyen unsur daha ilerici olan Batı Şeria yani Ürdün kontrolündeki Filistin ile daha muhafazakâr olan Doğu Şeria, yani Ürdün çelişkisi olmuştur. Önce 1967’de Nekse sonrası Batı Şeria’nın doğrudan İsrail işgali altına girmesi, sonrasında ise 1970 Kara Eylül’ünde yaşanan kısa süreli iç savaşta Ürdün ordusunun o döneme kadar ülkede konuşlanan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü askerî yenilgiye uğratması ile bu çelişki büyük oranda Doğu Şeria lehine çözülmüşse de, adı konmamış bir Filistin düşmanlığı hala Ürdün siyasetinde mevcuttur. Örneğin özel sektörde Filistinliler çok öne çıksa da, yüksek kademe devlet pozisyonlarında Filistinli-Ürdünlülerin temsiliyeti nüfus içerisindeki oranlarına göre çok sınırlıdır. Fakat bununla beraber hem Filistin kökenli Ürdünlülerin ülke nüfusundaki ağırlığı hem de Arap halkının içindeki genel eğilimlerin ülkeye sirayet etmesi, Ürdün kitleleri nezdinde Filistin davasının istisnai bir güce sahip olmasını sağlamıştır. Yani bir yandan hanedan İsrail’in en büyük destekçilerinden biriyken bir yandan da Ürdün sokakları adeta Filistin’den ayrı bir Filistin gibidir. Hülasa, bu durum Ürdün’ü Ortadoğu’ya musallat olan emperyalizm ve muhiplerinin zincirindeki en zayıf halkalardan biri, hatta belki de en zayıf halka kılmaktadır. Çok yoğun bir siyasi baskının hissedildiği Ürdün’de, bu çatlakların kendini açıktan göstermesi ve doğrudan hanedanı hedef alması şu aşamada hemen hemen imkansız. Fakat derindeki fay hatları son dönemde artan bir tempoyla kendini hissettiriyor. Eylül 2024 seçimleri ve aynı ay içerisinde Kral Hüseyin köprüsü denilen, İsrail Ürdün sınırında Ürdünlü bir sivilin gerçekleştirdiği silahlı eylem, yaklaşan büyük depremin alametleridir

İlk gelişme, Ürdün için bir nevi “ilk kurşun” anıdır (ilk kurşunu, 7 Ekim sonrasında başlayan sürece referansla kullanıyoruz, yoksa bu Ürdün’den İsrail’e sıkılan ilk kurşun değil tabii). 8 Eylül günü, Ürdün ve işgalci İsrail arasındaki ticaretin atardamarı olan sınır geçiş noktasında, Ürdünlü bir kamyon şoförü olan Mahir el-Cezi sınırı geçtikten sonra İsrail askerlerine ateş açıp içlerinden üç tanesini öldürdü, daha sonra kendisi de çatışmada hayatını kaybetti. İsrail’in bölgedeki güvenliğinin temel taşlarından biri haline gelen Ürdün’de halkın bağrından kopan bu hamle, Filistin direnişinin de övgüsüne mazhar oldu. Hem Hamas’ın silahlı kanadı olan El-Kassam Tugayları hem de Filistin İslami Cihadı’nın silahlı kanadı olan Kudüs tugayları birer açıklamayla bu eylemi selamladı. İşbirlikçi Ürdün rejiminin karşılığı ise beklenebileceği üzere tam tersi oldu. Ürdün Dışişleri Bakanlığı eylemi gerçekleştirenin Ürdün vatandaşı olduğunu doğruladı, tek başına çalışan bir “yalnız kurt” olduğuna dair güvenceler verdi ve saldırıyı kınadı. Filistin direnişinin ve işbirlikçi rejimin taban tabana zıt ama beklenebilir açıklamalarının ötesinde, en çarpıcı işaret bizzat Ürdün halkından geldi. İlk olarak, Mahir el-Cezi’nin aşireti olan ve Güney Ürdün-Sina yarımadası-Kuzey Suudi Arabistan hattındaki en büyük aşiretlerden biri olan Huveytiyat, “şehidimizin kanı, Filistin halkının kanından daha kıymetli değil” diyerek bu eyleme sahip çıktı, hatta bunun son olmayacağını söyledi. Bu açıklamanın önemi gözden kaçmamalı. Ürdün monarşisi, kritik eşiklerde hep aşiretler arasındaki gücüne dayanarak ayakta kalmıştır. 1956’da, ülke bir iç savaşın eşiğine gelip, komünist bir bakanı da içeren Nasırcı Süleyman el-Neblusi hükümeti iktidara geldiğinde, bu hükümeti devirip monarşinin ayakta kalabilmesi, büyük şehirlerdeki halka karşı aşiretleri harekete geçirmesiyle olmuştu. Şu anda olan aşiretlerin krallığa karşı dönmesi değildir elbette. Ama kritik bir aşiret, hükümetin kınadığı bir silahlı eyleme açıkça sahip çıkıyor. Bu çatlaklar, krizin büyüdüğü anlarda genişleyip monarşinin güvenliği açısından büyük tehditler oluşturabilir. Huveytiyat aşiretinin, Haşimi hanedanının 1920’de Ürdün’ün kontrolünü almak için ilk karargâhı olarak kullandığı Meen bölgesinden olması olaya bir de sembolik anlam katıyor. 

Eyleme destek veren sadece Mahir el-Cezi’nin aşireti de olmadı. Aynı gün, başkent Amman başta olmak üzere sokaklara akın eden halk, büyük kitlelerle bu eylemi kutladı. Ürdün gibi, krallığın çizgisine meydan okumanın kolay olmadığı bir ülkede, halkın binlerle sokağa dökülüp, devletin kınadığı bir silahlı eylemi selamlamasının öneminin altını çizelim. Bu gösteriler, niteliksel olarak, özellikle İsrail soykırımının ilk döneminde çeşitli Arap ülkelerinde görülen ve devlet destekli ya da en azından devletten onaylı eylemlerden niteliksek olarak ayrılıyor. Ürdün halkı, eylemli biçimde Filistin davası için monarşiye meydan okumaya başlamıştır. Benzer bir dinamik yakın zamanda daha küçük ölçekte Bahreyn’de görüldü. Mısır’da ise daha erken bir aşamada, devlet destekli eylemlerin “Eş-şab yurid iskat el-nizam”, yani “halk düzenin yıkılmasını istiyor” sloganlarıyla işbirlikçi rejime meydan okuduğu bir dinamik görülmüş ama bu boyutta kalmıştı. Ürdün’deki eylemler bu konuda devlet ile halk arasında gerçek bir hesaplaşmanın ilk adımları olabilir. Bu yükseliş kemaline erip bir toplumsal patlamaya dönüşürse, bunun da aynı önceki iki Arap devrimi dalgası gibi (2011 ve 2019) bölge çapında bir dalga yaratması hemen hemen kesindir. 

Bu dinamik kendisini, bir de seçim sandığında gösterdi. Ürdün, monarşiye karşı gelişebilecek tehditlerden çekindiği için (özellikle yukarıda andığımız 1956 ve burada değinemeyeceğimiz 1989 tecrübelerinin de etkisiyle) çok spesifik bir seçim sistemine sahip. Parlamentodaki koltukların üçte birinden azı ülke çapındaki seçimlerin sonucuna göre belirleniyor. Kalanı ise özellikle aşiretlerin kendi temsilcilerini seçmesini kolaylaştıran ve siyasi partilerin pek az temsil edildiği bölge oylarıyla belirleniyor. Böylece herhangi bir siyasi partinin monarşi karşısında bir alternatif olması zorlaştırılıyor. Bu şartlarda girilen seçimde, bütün kampanyasını Filistin davası üzerine kuran, Ürdün’de İhvan’ın yani Müslüman Kardeşler geleneğinin partisi olan İslami Eylem Cephesi Partisi (İECP), yukarıda andığımız ulusal ölçekte siyasi partilerin yarıştığı koltuklar için verilen oyların yaklaşık yüzde 34’ünü aldı. Monarşi yanlısı partilerin birleşmesiyle kurulan Misak Partisi ise, yüzde 7’den az oy alarak ikinci sırada geldi. Bu spesifik seçim sistemi sebebiyle monarşinin partisi denebilecek Misak’ın 21 sandalyesine karşılık İslami Eylem Cephesi Partisi’nin yalnızca 32 sandalyesi var. Fakat bu özel şartlardan kaynaklanan sandalye sayısı, monarşi yanlısı bloğun sandıkta yaşadığı yenilgiyi gözden kaçırmaya yol açmamalı. Öyle ki, şu anda Ürdün siyasetinde büyük bir gücü temsil etmeyen iki sol partinin, Ürdün Komünist Partisi ve Ürdün İşçi Partisi’nin oyları toplamı Misak’ın oylarıyla hemen hemen aynı! Sandıkta yaşanan bu depremin sebebi tartışmasız Filistin davasıdır. Öyle ki, bu yazıya başlarken kontrol ettiğimizde, İECP’nin sitesine girilmiş en son yazı, Mahir el-Cezi’nin yıkarıda andığımız silahlı eylemini selamlamak için kaleme alınmış bir deklarasyondu (link ve web sitesi biz bu yazıyı bitirirken çalışmıyordu). İECP lideri Murat Adayle, bu seçimlerin İsrail-Ürdün barış antlaşmasını sona erdirmek ve Hamas’ı desteklemek için bir referandum niteliğinde olduğunu dile getirdi. Basın da, birçok Arap milliyetçisinin ve solcunun tam da bu düşünceyle İECP’ye oy verdiğini belirtiyor.  

Böylesi bir dinamik gerçekten oluştuysa, bu bir yandan Siyonizme karşı mücadelede kendi alternatifini oluşturamayan solun durumunu gösteriyor. Ama bir yandan da Ürdün’de halkın yüzünü nasıl Filistin davasına döndüğüne dair tartışmasız bir kanıt sunuyor. İsrail’in soykırımı hız kesmeksizin sürerken, Arap halk kitlelerinin derinden gelen ve kendini hissettirmeye başlayan isyanı birden bire bölgenin siyasi çehresini değiştirebilir. Bölgenin devrimcileri bu dinamiği görmeli, kendini hazırlamalı. 

Hayati ihtiyaçlar halâ temin edilemiyor

Okuyacağınız metin, Filistin konusunda çok önemli bir gazetecilik görevi yürüten Electronic Intifada (Elektronik İntifada) sitesinde İngilizce yayınlanan bir metnin Filistin Dostları tarafından hazırlanmış çevirisidir. Ağustos ayının ilk haftasında yazılan metin, Gazzeli bir yazarın kişisel tecrübesi üzerinden, Filistin’de süregelen soykırımın mütemmim cüzü olan kıtlık ve susuzluğa odaklanıyor.

2,3 milyon nüfuslu Gazze’nin en az dörtte birini etkileyen kıtlığı ortadan kaldırmak için hava yoluyla erzak göndermek yetersiz kalıyor.

Israil’in stratejisi, ABD’nin de topyekûn desteğiyle birlikte Filistinlileri kıtlık yoluyla kırmak gibi gözüküyor.

Sosyal medyada Gazze’de yaşananları sadece ilgi çekmek için paylaşanlar var. Bizim yaşadığımız kıtlık bir “içerik” değil!

Uyan dünya, sen sosyal medya paylaşımları yaparken biz ölüyoruz.

Hava yoluyla gönderilen bir insani yardım paketi, paraşüt açılmadığı için alandaki Filistinlileri öldürdü. 

Oxfam sivil toplum örgütünün barış ve güvenlik başlığında yardımcı direktörü Scott Paul’un bu konuda aktardığı: “Oxfam, ABD’nin hava yoluyla erzak göndermesini desteklemiyor, bu yapılanların Gazze’de yaşanan katliam ve kıtlığa destek veren ABD’li yetkililerinin vicdanlarını rahatlatmak dışında bir işlevi yok.”

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın eski bir görevlisi Dave Harden, sosyal medya platformu X’de şunları yazdı: “Hava yoluyla erzak gönderme verimsiz, pahalı, tehlikeli ve sadece başka bir yol olmadığında düşünülmesi gereken bir yöntem. Aslında bu uygulama sadece Biden hükümetine yarıyor, onların muazzam siyasi başarısızlığının üstünü örtüyor.”

Kıtlığın içinde yaşamak

Han Yunus’da yaşayan Baraa Muhammed hava yoluyla gönderilen erzaklarla ilgili şunları söyledi: “Çocuklar uçakları gördükleri ya da işittiklerinde hemen çadırların dışına çıkıp, onlara bir şey gelecek mi diye bakıyorlar.”

Ailesinin arazisine düşen yardım paketini almak için, babası, kardeşi ve teyzesiyle beraber ve kucağında bebekle koşmak zorunda kalan Muhammed “her yerden insanlar bu yardımları almak için geliyor” dedi.

“Temel ihtiyaç yardımından ziyade, 5 kilo şeker, süt ve çikolata gibi ek tüketim maddeleri alıyoruz.”

Su lüks oldu

Han Yunus’un kuzeyindeki bir köy olan Kizan en-Najjar’da, çoğunluğunu muhtemelen yerinden edilmiş Filistinlilerin oluşturduğu 4000’den fazla insan yaşamakta.

Soykırımın ilk günlerinden itibaren halk uzak kaynaklardan evlerine su taşımak zorunda kaldı. Bu meşakkatli bir iş, ama başka bir seçenek de yok.

17 Temmuz saat 13:00’de, İsrail işgalinin başlangıcından beri ilk defa hükümet araçları bu yöreye su getirdi.

Tüm köy mutluluktan uçtu.

Ev için alışveriş yapmaya çıkmıştım ve geri döndüğümde kardeşlerimin suyun gelişi üzerine gülüşmelerini görüp mutlu oldum. Bu geçici bir mutluluk da olsa, eğer işler yolunda giderse her hafta bir su aracı gelecek.

Su kamyonu geldiğinde kardeşlerim içine su doldurulabilecek ne kadar kap kacak varsa alıp doldurmaya başladılar.

Ben çamaşırları yıkadım, kardeşlerim yıkandılar. Uzun zamandan beri ilk defa böyle yıkanabildik. Ancak temizlik maddeleri Gazze’ye alınmıyor, bu nedenle çevrede bulabildiğimiz deterjanlara bağımlı durumdayız.

Bir gün öğleden sonra kardeşlerim arkadaşları ile futbol oynamaya çıktılar, herkesin suya bolce erişebildiği çok mutlu olduğunu gördüler.

Komşunun 5 yaşındaki oğlu “Fıskiyede su var!” diye bağırdı.

Tüm bu mutluluk yıkanma ve temizlik suyu içindi.

Peki içme suyuna erişebildiğimizde ne yapacağız?

Dunya Ahmad Ebu Sitte, Gazze’de bir yazar.

Yemen’den Filistin’e sözde değil özde destek!

Filistin’de devam eden Siyonist soykırım girişimi ve direniş, bize bütün Batı Asya (Ortadoğu) ve Kuzey Afrika hattında yaşanan bir ikiliği bariz biçimde gösterdi. Coğrafyamızdaki devletlerin önemli bir kısmı Filistin davasını açıkça satma yolunu seçmiş ve işgalci İsrail ile bir dizi diplomatik ilişki kurmuş durumda. Bunların en yeni örnekleri Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas iken, Mısır, Ürdün ve ne yazık ki Türkiye daha uzunca bir süredir İsrail ile çeşitli ilişkiler içinde. Bunun dışında Suudi Arabistan gibi bazı ülkeler, henüz resmi ilişkiler kurmamış olsalar da katil Siyonistler ile el sıkışmak için sadece doğru fiyatı ve şartları bekliyor. Ama hem bu ülkelerde hem de Siyonizme karşı daha orta yolcu bir hat izleyen bölge ülkelerinde gerici rejimler ve hâkim sınıflar Siyonizme teslimiyete ne kadar hazırsa, emekçi halkın kalbi de bir o kadar Filistin ile beraber atıyor. Bu sebeple, halkın tepkisinden korkan hâkim sınıflar, Ortadoğu’nun bir dizi ülkesinde, Siyonizme teslimiyet zehrini, Filistin yanlısı görünen tatlı sözlerin arkasına gizliyorlar. Ama bunlar hep sözde kalıyor, eyleme dökülmüyor.

Bu boş sözlerin ne kadar anlamsız olduğunu, Siyonizme gerçekten düşmanlık etmek isteyenin neler yapabileceğini bize gösteren bir kez daha yiğit Yemen oldu. Hatırlanacağı üzere, değişen bir yoğunlukla da olsa Yemen ve Ensarullah hareketi Babülmendep boğazını İsrail’e giden gemilere kapatmış, geçmeye çalışan ticaret gemilerini de cebren durdurmasını bilmişti. Şimdi de Siyonist İsrail’in işgali altındaki topraklara iki bin kilometre mesafede olan Yemen, hiç kimsenin beklemediği bir hamleyle, Tel Aviv’in kalbindeki bir noktayı Yafa modelinde bir dron ile vurdu. İki bin kilometre mesafeden gelen bu dronu düşürebilmek bir yana, İsrail hava savunmasının tespit daha edemediği yazılıyor. Nitekim, büyük bir İsrail gazetesi, Yemen’in bir Siyonist askeri öldürdüğü bu saldırının, İsrail hava savunmasının 7 Ekim’i olduğunu yazdı. Bu eylem hem büyük bir askerî başarıdır hem de bir Batı Asya devletinin Filistin’e nasıl destek verebileceğinin mükemmel bir örneği.

Siyonistlerin bu saldırıya cevabı, Yemen’in en önemli ticaret limanlarından biri olan ve bir petrol rafinerisi de barındıran Hudeyde limanını bombalamak oldu. Bu saldırıyı yapmak için, Suudi Arabistan’ın hava sahasını kullanması da Siyonizme kimlerin uşaklık ettiğini bir kez daha gösterdi. Fakat bu misilleme Yemen’i ve Ensarullah’ı yıldırmaktan uzak. Ensarullah hemen saldırının ardından, İsrail’i ve özel olarak Tel Aviv’i hedef almayı sürdüreceklerini açıkladı. Hudeyde limanı ise saldırının üstünden bir hafta bile geçmeden kullanıma açıldı. Dahası, İsrail’in önemli bir askerî hedefe yönelemeyip sivil bir limana yönelmesi, bazı basın organlarınca İsrail’in Yemen’in askerî altyapısı konusundaki istihbarat zaafını gösteriyor. En önemlisi ise, Yemen’in İsrail’in öve öve bitiremediği Demir Kubbe’yi aşma kapasitesine sahip olduğunu tüm dünya görmüş oldu. Savaşın ilerleyen aşamalarında, Filistin’deki direniş örgütlerinin ve Kuzey’de, Lübnan’da Hizbullah’ın yanı sıra, Siyonist İsrail bir üçüncü cephe için de hazırlık yapmak zorunda kalacak. Sırf bu dahi, hem Filistin halkına, hem de direnişe verilmiş büyük bir destektir. Batı Asya haklarının kalbi de, Siyonist İsrail’e meydan okuma cesaretini gösteren herkes için olduğu gibi, şimdi Yemen’in başarısı için atıyor. Siyonist İsrail’in yenilgisini istiyorsak, biz de harekete geçmeli ve Siyonizme kuzeyden gelecek benzer saldırılara karşı kalkan olan Kürecik Üssü utancından ülkemizi kurtarmalıyız.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2024 tarihli 179. sayısında yayınlanmıştır. 

9 Aydır Süren Siyonist Soykırımı Durdurmak İçin Emperyalizme, Siyonizme ve İstibdada Karşı Mücadele Edelim!

Filistin’deki soykırım dokuzuncu ayını doldurdu ve hala Filistin halkının üzerine bomba yağmaya devam ediyor. Ölü sayısı 37.000’i aştı. 20.000’den fazla kayıp/kaydedilen insan var, bunlar muhtemelen yıkıntıların altındalar. Gazze, kaldırılması yıllar alacak bir moloz yığını halini aldı. Altyapının üçte ikisi yok oldu. Ekonomi durdu, tarım alanlarının önemli bir bölümü yok edildi. Az sayıdaki üretim tesisi imha edildi. Okullar, hastaneler, mezarlıklar, Gazze’yi Gazze yapan her şey bombalara hedef oldu. El Şifa hastanesinin Kasım ayında tutuklanan başhekiminin geçtiğimiz gün salıverildikten sonra anlattıklarından anlıyoruz ki, İsrail esir aldığı binlerce Filistinli’ye inanılmaz işkenceler yapıyor. İsrail, Filistin’i tam bir cehenneme çevirdi!

Bunları İsrail tek başına yapmadı, yapamazdı. Öncelikle ABD, Siyonist soykırımın başından bu yana İsrail’e toplam 12,5 milyar dolar yardım yaptı, İsrail’i koruyan Demir Kubbe sistemini kurdu ve geliştirdi, Gazze’ye insanî yardım yollayacağım diyerek bir iskele kurdu, bu iskeleden İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına destek verdi, askerleri sahaya inerek katliamlara katıldı. Birleşmiş Milletler’de Filistin halkının nefes almasını sağlayacak her tür girişimi engelledi. İngiltere, İsrail’in Gazze’deki katliamını desteklediğini defalarca açıkladı, Aralık ayından itibaren uçakları Gazze üzerinde İsrail’e destek amaçlı uçuşlar yaptı, Mayıs ayındaki Nuseyre kampı katliamında İsrail ve ABD’ye istihbarat sağladı. Almanya ve Fransa, ülkelerindeki Filistinlilerin ve Filistin dostlarının ağzını sıkıca kapamak için eylemlere, Filistin bayrağına, hatta kufiyye giyilmesine bile yasak getirdi. Almanya İsrail’in en büyük silah tedarikçilerindendi. Soykırım boyunca bundan geri adım atmak şöyle dursun, 2022’ye kıyasla İsrail’e silah sevkiyatını on kat arttırdı. Güney Afrika’nın İsrail aleyhinde açtığı davaya İsrail lehine müdahil oldu. İspanya, İrlanda ve Norveç dışındaki tüm Avrupa ülkeleri, Refah saldırısı ya da Hizbullah ile savaşa girme gibi emperyalizmin taktik olarak istemediği girişimler dışında İsrail’in katliamlarına koşulsuz destek oldular. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, soykırımın ilk günlerinden itibaren birliğin İsrail’e koşulsuz desteğini papağan gibi tekrarlayıp durdu.

Sadece bunlar mı? Mısır’ın Kenan Evreni, Filistinlilerden ve Hamas’tan ödü patlayan Sisi zaten Gazze üzerindeki ablukanın uygulayıcılarından biri idi. 2014 yılında Gazze’ye malzeme sağlayan binlerce tünele deniz suyu basarak Gazze’yi nefessiz bırakmıştı. Soykırım başladığında İsrail ile ilişkilerini asla bozmayacak şekilde çizgiyi Gazzelilerin Mısır’a sürülmesinden çekti. Katliamı ara ara kınasa da, İsrail’in katliamlarını durduracak hiçbir şey yapmadı. Suudi Arabistan, İsrail ile savaştan önce sürdürdüğü normalleşmeye ara verdi, ama savaş bitince geri döneceğinin sinyalini de verdi. Birleşik Arap Emirlikleri, Ensarullah Kızıldeniz’i Siyonizme kapatınca, İsrail’e kıyak yaparak Dubai’den Hayfa’ya kara köprüsü oluşturdu. Böylelikle İsrail’in kaybı bir hayli azalabildi.

Bitti mi? Hayır. Hamas’ın müttefiki, Filistin halkının hamisi pozlarına yatan Katar ve memleketimizdeki istibdad rejimi de destekçiler arasında. Kimse Hamas’ın siyasî kanadı Katar’da diye, Katar tamamen Hamas’ın ardında sanmasın. Hamas’ın Suriye’den çıkıp Katar’a yerleşmesi, ABD’nin uygun bulması ile olmuştu. Katar, yarısı ABD üssü olan bir ülke. İsrail ile ticaretini de soykırım boyunca kesmiş değil. Türkiye’nin başına musallat olmuş istibdad rejimi, soykırım sürerken İsrail’i koruyan Kürecik üssünü kapatmak bir yana, buradaki NATO radarından alınan bilgilerin İsrail’e verilmesinden (ki bu açıktır) rahatsızlık dahi belirtmedi. O sıralar soykırıma NATO üyelerinin desteğine bir ödül olarak İsveç’in NATO üyeliğini onaylamakla meşguldü. Emekçi halkımız sokaklara dökülerek İsrail ile ticaretin engellenmesini istedi, istibdad bu isteğe soykırımın 7 ayı boyunca kulaklarını tıkadı. Sonrasında da bu adımı atmayışının yerel seçimdeki hezimetinde etkili olduğunu anladıktan sonra, isteksiz de olsa ticareti kestiğini açıkladı. Ancak firmaların bunu rahatlıkla aştığı yakın zamanda anlaşıldı. Üstelik de bugün soykırımın 9. ayında hala İsrail’in petrolü Azerbaycan’dan gelip Türkiye’den naklediliyor.

Filistin Halkının Zaferi Bizim De Zaferimizdir

Buraya kadar sayılanların hepsi, farklı düzeylerde de olsa, istisnasız, amasız-fakatsız, açık bir şekilde İsrail’in yanında saf tutmaktadır. Bunların tamamı hem Filistin halkının hem de emekçi halkımızın düşmanıdır. Türkiye’nin işçi ve emekçileri, her zaman söylediğimiz gibi Filistin halkının kader ortağıdır, müttefikidir. İsrail ile iş yaparak zengin olan patronlar, bizim de kanımızı emenlerdir. Siyonizmin ruh ikizi, memleketimizde işçi sınıfının ve emekçi halkın katili, Sivas’ın, Çorum’un, Maraş’ın faili faşist harekettir.

Müttefikimiz kazansın diye mücadele ediyoruz. Partimiz ve onun bir inisiyatifi olan Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları, istibdada, emperyalizme ve Siyonizme karşı planlı ve sistemli bir mücadele yürütüyor, yürütmeyi sürdürecek. Zira görevlerimiz her gün daha da acil, daha da yakıcı bir hal alıyor. Hamas’ı yenemeyip rezil olan İsrail, Gazze’deki katliamı derinleştirme niyetinde. Refah’a yönelik derinlikli bir kara harekâtı ölü sayısını ikiye katlayabilir. Benzer bir başarısızlığı kuzeyde Hizbullah’a karşı yaşıyor ve anlaşılan savaşı oraya da yaymak, belki de Lübnan’ı tekrar işgal etmek istiyor. Bu da yeni katliamlar demek. İsrail soykırım yaparken bile Türkiye’de Siyonist propagandayı sürdürüp, festivallere sponsor dahi olabiliyor. Emekçi halkımız istibdadın Filistin konusundaki yalanlarına olduğu kadar Özgür Özel gibilerin Hamas terör örgütüdür diyerek İsrail’e puan kazandıran propagandalarına da maruz kalıyor ve etki altına alınıyor. Zillete mahkûm değiliz, yılmadan çalışalım ve bu memleketi de, tüm Batı Asya’yı da, tüm dünyayı da emperyalizme ve Siyonizme dar edelim!

Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2024 tarihli 178. sayısında yayınlanmıştır.

El Feth’e Niye Gittim?

Yusuf Aslan

Ekte, Türkiye’nin devrimci önderlerinden Yusuf Aslan’ın el-Fetih saflarında “bir nefer” olmak için Filistin’e gidiş sebeplerini açıkladığı Ant dergisinde 24 Şubat 1970’te yayınlanan yazıyı okurlarımıza sunuyoruz. O gün Filistin davasının bayraktarlığını yapan El-Fetih bugün işbirlikçilik safına geçmiş olabilir. Ama Filistin direnişinin ve örgütlerinin verdiği kavga sürüyor, Türkiyeli devrimcilerin bu davaya desteği de!

Bugün Orta Doğu’da Amerikan emperyalizminin ileri karakolu olan İsrail’e karşı Arap halkları anti-emperyalist bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ve bütün dünyada emperyalizmin baskısı altında ezilen halkların yürüttüğü devrimci kavganın bir parçasıdır.

Emperyalizme karşı yürütülen savaş, bütün dünya halklarının ortak savaşıdır. Vietnam’da, Orta Doğu’da, Latin Amerika’da emperyalizme karşı sıkılan her kurşun, aynı zamanda Türkiye Halkının kurtuluşu için sıkılmaktadır.

Günümüz koşullarında, özellikle emperyalizmin bir sıcak savaş bölgesi haline getirdiği Orta Doğu’da da bütün halkların, Türkiye, İran, Arap, Kıbrıs, Kürt halklarının bir anti-emperyalist cephe kurmaları, ORTA DOĞU DEVRİMCİ ÇEMBERİ’ni oluşturmaları, emperyalizme karşı kahredici darbenin indirilmesinin başlıca şartlarından biridir.

Bu yüzden Orta Doğu’da senelerden beri verilmekte olan devrimci kavganın pratiğinden geçmek ve ezilen Arap halklarının kurtuluş mücadelesine bir nefer olarak katkıda bulunmak için El Feth’e gittim.

El Feth, Orta Doğu’da halk savaşını yürüten örgütlerin en güçlülerinden biridir. Bu örgüt, emperyalizme karşı verilen savaşta Arap halklarını silahlı mücadele içinde örgütleyip eğiten, Marksist-Leninist devrimcilerin yönetim organlarında bulunduğu birleşik cephe örgütüdür. Örgüt işçi-köylünün büyük ölçüde ittifakını gerçekleştirmiş, küçük burjuvazinin bütün kesimlerinin sıcak savaş içinde desteğini sağlamıştır. Ayrıca, Orta Doğu’daki diğer devrimci örgütlerle birlikte gerici Arap rejimlerini de Filistin halkının silahlı gücü karşısında, görünüşte de olsa, hareketi desteklemek zorunda bırakmıştır.

El Feth’te, diğer ülkelerden gelen ve Orta Doğu’daki halk savaşını emperyalizme karşı verilen savaşın bir parçası olarak gören, orada emperyalizme karşı sıkılan her kurşunun kendi halkının kurtuluşu için sıkıldığını bilen, devrimciler eğitim görür. 13 yaşındaki çocuğundan 80 yaşındaki ihtiyarına kadar halk savaşçılarıyla birlikte omuz omuza savaşa girer. Ve devrimciler, bu halk savaşında 13 yaşındaki devrimcinin, ezilen halkların kurtuluşu için mücadele ettiğinin bilincinde olduğunu görür. Halk savaşının kudretini ve emperyalistlerin halk savaşından korkmakta ne kadar haklı olduğunu görür. Halkın silahlı mücadele içinde nasıl örgütlendiğini, bilinçlendiğini ve emperyalizme karşı nasıl başarıyla savaştığını görür. Bir daha inanır ki, emperyalizmin barbarlıkları, üstün silahlı gücü karşısında dünya halklarının kararlı mücadeleleri sürecek ve mutlaka kalıcı zaferlerle neticelenecektir.

Emperyalizme karşı dövüşmek suç değildir!

Türkiye’de sırtını emperyalizme dayamış işbirlikçi iktidar, Arap halklarının kurtuluş mücadelesine saygı duyan Türkiye halklarına şirin gözükmek için Kahire’ye parlamento heyetleri yollarken Arap halklarının haklı mücadelesine bilfiil katılan Türkiyeli devrimcilere türlü işkenceler ve tertipler yapmaktadır. Arap halklarıyla birlikte emperyalizme karşı savaşmanın suçmuş gibi göstermek için yapılan tertipleri ve devrimcilere yapılan işkenceleri açıklamak isterim.

Memleketime döndüğümden bir buçuk ay sonra izinsiz yurt dışına çıktığım gerekçesiyle Kargamış istasyonunda, 1 Şubat’ta yakalandım. Önce jandarma karakolunda, sonra Gaziantep Emniyeti’nde olmak üzere, dört gün sabahlara kadar işkence altında sorgum yapıldı. İşkencelerin en hafifi, saatlerce süren falaka, gözlere ışık tutmak, saç yolmak idi…

Hâkim sınıflar artık şunu anlamalıdır ki, ne tür işkenceler yapılırsa, ne tür tertipler hazırlanırsa hazırlansın, devrimciler yılmayacak ve haklı kavgalarını sonuna dek sürdürecektir. Türkiye’deki devrimcileri ve devrimci kavgayı Türkiye halklarının gözlerinden düşürmek için yapılan son tertiplerden biri de Diyarbakır Olayı’dır. Memleketlerine dönen devrimciler, bir bir Diyarbakır Tıp Fakültesi’ne sabotaj yapacakları gerekçesiyle tutuklanıyorlar. Maksat açıktır: devrimcileri maceracı, anarşist olarak tanıtmak ve Doğu’da zorlukla kurulan Tıp Fakültesi’ne sabotaj yapılacağı söylentisiyle Doğu halkını Arap halklarının haklı mücadelesine karşı kuşkuya düşürmek, Kürt ve Türk halklarının kardeşliğine nifak sokmaktır.

Bu oyunun düzenleyicileri hâkim çevreler tarafından açıklıkla bilinmelidir:

SAVAŞIMIZ, ÇAĞIMIZIN YÜZKARASI EMPERYALİZME VE ONUN İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞIDIR; EZİLEN DÜNYA HALKLARININ DİRENİŞİNİN BİR PARÇASIDIR VE EMPERYALİZM ORTADOĞU’DAN KOVULANA, DÜNYADAN YOL OLANA KADAR SÜRECEKTİR.

Ant, 24 Şubat 1970

Filistin’deki Birzeit Üniversitesi Öğretmenler ve Çalışanlar Sendikası, Üniversite Öğrencilerinin Dünya Çapında Filistin’le Dayanışmasını Selamlıyor

Ramallah’ta bulunan Birzeit Üniversitesi’nde örgütlü Öğretmenler ve Çalışanlar Sendikası 27 Nisan’da, dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde başlayan Filistin halkıyla dayanışma eylemlerini desteklemek için “Küresel İntifada: Akademik Özgürlüğü Savunurken” başlıklı bir bildiri yayımladı. Dünyanın her yerinde Filistin halkının haklı mücadelesini bastırmaya ve susturmaya çalışan faşist ve Siyonist kampanyaya karşı Filistinli bilim insanlarının ve akademisyenlerin yanında olduklarını vurguladı.

Bildiride Gazze halkına yönelik savaş ve soykırım koşullarında, bölgedeki üniversiteler başta olmak üzere, her türlü Filistin kurumunu ve Filistinli öğrencileri, eğitim çalışanlarını hedef alan Siyonist İsrail’e ve onun akademisine karşı boykotun hiçbir zaman bu kadar acil olmadığı açıklandı. İsrail akademisi Filistin’de uygulanan etnik temizlikte ve askerî işgalde merkezî bir rol oynarken Siyonistlerin akademik özgürlük iddialarının palavradan başka bir şey olmadığı belirtildi.

Birzeit Üniversitesi’ndeki eğitim emekçileri, İsrail akademisinin gerçek yüzünü ifşa etmek ve Siyonist akademiyi boykot etmek için dünyanın birçok üniversitesinde eylemler gerçekleştiren öğrenci hareketini sonuna kadar desteklediklerini açıkladı. İsrail’in Filistin halkına yönelik etnik temizlik ve soykırım girişimine karşı ortaya çıkan uluslararası intifadayı büyütmenin ve faşizm karşısında kampüslerde sesimizi yükseltmenin kalbi Filistin ile birlikte atan tüm öğrencilerin ve akademisyenlerin görevi olduğu vurgulayan bildiri, tüm eğitim sendikalarına ve öğrenci hareketlerine örnek olmalı.

Siyonistlerin tecavüz iddialarının asılsız olduğu ortaya çıktı, Siyonistler kendi cinsel suçlarını gizliyor

7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı Operasyonu’nun başlangıcından bu yana Siyonistler, Filistinli özgürlük savaşçılarının İsrailli kadınlara tecavüz ve cinsel tacizde bulunduğu yönünde suçlamaları gündeme getiriyor. Bu suçlamalara ilişkin hiçbir video veya başka herhangi bir kanıt kamuoyuna sunulmamış olsa da, İsrail’in cinsel veya başka türlü zulmüne ilişkin sayısız örnek dünya çapında sosyal medyada dolaşıyor. Filistin kurtuluş mücadelesinin dostları, Filistinli özgürlük savaşçılarına yönelik karalama kampanyasını durdurmak için kanıt talep etmekteler. Siyonistler ise Filistinlileri barbar olarak göstermeye yönelik asılsız hikayelerden başka bir şey üretmiyorlar.

New York Times’ın 28 Aralık’ta röportaj yaptığı, adı açıklanmayan bir İsrailli sağlık görevlisi, bu suçlamanın başlıca kaynaklarından biri oldu. Bu doktor, 7 Ekim’den sonra yaptığı araştırmada Beni yerleşim yerindeki yarı çıplak iki genç kadının cesetlerinde cinsel istismara dair kanıt bulduğunu iddia etmişti. Şu ana kadar bu ifade suçlamanın ana dayanakları arasında yer aldı.

Ancak yakın zamanda ortaya çıkan, yerleşim yerindeki bir İsrail askerinin saldırı gününde çektiği video görüntüleri bu hikâyeyi yalanlıyor. Videoda hiçbir tecavüz veya taciz belirtisi olmayan, tamamen giyinik üç kadın görülüyor. İsrail topluluklarının bizzat kendileri tarafından yapılan daha ileri araştırmalar da şu ana kadar iddiayı yanlışladı. New York Times’ın tekrar temasa geçmesi üzerine kimliği bilinmeyen doktor daha fazla yorum yapmayı reddetti.

Bu arada, İsrail’in tecavüz, işkence ve tacizlerine ilişkin görsel kanıtlar, emperyalist basın üzerinde hiçbir etki yaratmadan artıyor. Kurbanların ifadelerine rağmen, ana akım emperyalist basında İsrail zulmüne dair tek bir haber bile yayınlanmadı. Dünya çapındaki Siyonistler, savaşlar sırasında böyle kabul edilemez şeylerin meydana gelebildiğini iddia ederek, bu suçlamaları savunmuşlardır. Bu çifte standartlı utanmaz tutum, Siyonizm’in ne kadar sahtekarlığa dayandığını göstermeye yeterlidir.

Filistin halkının büyük taarruzunu selamlıyoruz!

Bugün itibariyle başını El-Kassam Tugaylarının çektiği Filistin direniş güçleri, İsrail’e karşı tarihe geçecek bir taarruz başlattı. Gazze’yi çevreleyen bölgede, Gazze’nin 25 km ötesine kadar uzanan bir hatta harekete geçen güçler, karadan, denizden ve havadan bir yıldırım harekâtına girişti. Harekatın ilk gününde, İsrail işgali altında bulunan en az üç yerleşim yeri ve bir dizi askerî karakol Filistin direnişin eline geçmiş durumda. Yaklaşık 20 yerleşim yerinde ise çatışmalar sürüyor. Taarruzun başını Hamas’ın silahlı kanadı olan El-Kassam Tugayları çekse de,Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ve İslami Cihad da harekata katılıyor. Direniş, içlerinde üst düzey Siyonist komutanların da olduğu çok sayıda işgal askerini esir almış ve videolarda gördüğümüze göre onlarca tank ve zırhlı araca el koymuş durumda.

Taarruzun buradan sonra nasıl ilerleyeceğini kestirmek güç. Kudüs dahil olmak üzere Batı Şeria’nın gençliği Hamas’ınçağrısına cevap vererek eylemlere başlasa da henüz bu eylemler sınırlı düzeyde. Hizbullah ise direniş komutanlarıyla iletişimde olduğunu açıklarken, henüz operasyonlara katılacağına dair bir işaret vermedi. İsrail’in kısa süre içerisinde büyük bir karşı taarruza girmesi olasıdır. Bu karşı saldırının sonuçları ne olursa olsun, el-Aksa Tufanı adı verilen bu saldırının işgalci İsrail için büyük bir taktiksel yenilgi olduğu ortada. Dahası tutsak alınan işgalci askerlerin varlığı, Siyonistler direnişin eline geçen yerleşimleri geri almayı başarsa dahi, direnişin eline büyük bir koz veriyor.

Bir yandan da Gazze’ye yönelik hedef gözetmeyen İsrail bombardımanları başladı. Şimdiden çoluk çocuk yüzlerce Filistinli, hedef gözetmeden kalabalık şehir merkezlerine yönelik İsrail saldırılarında hayatını kaybetti. Bu sayının artması kaçınılmaz görünüyor. Bu insanlık dışı saldırılara karşı Gazze halkının yanındayız. Alçak Batı devletleri, Filistin direnişinin askerî hedeflere yönelik saldırısını kınamakla uğraşırken, İsrail yüzlerce çoluğu çocuğu öldürmeye girişti. Biz tereddütsüz olarak Gazze halkının yanındayız! Kendini savunmak, Gazze’nin hakkıdır!

Bu taarruz Batı emperyalizminin alışılageldik alçaklığının ötesinde, Filistin davasını üç İsrail Şekeline satmak için sıraya girmiş bir dizi Ortadoğu devletinin de ikiyüzlülüğünü ortaya koydu. İran ve Suriye hariç, Türkiye başta olmak üzere Suudi Arabistan, Mısır ve BAE gibi bir dizi Ortadoğu devleti hemen itidal çağrılarına başladı. Utanmazlar, vatanını savunmak mücadele eden bu halktan ne itidali istiyorsunuz? Biz itidal değil, zafer çağrısı yapıyoruz. Doğrudan askerî sonuçları ne olursa olsun, bu taarruz aynı Vietnam’ın yiğit fedailerinin Tettaarruzunda olduğu gibi, bir halkın kurtuluşuna giden yolda büyük bir kırımla noktası olarak tarihe geçecektir. Selam olsun Filistin halkının büyük taarruzuna!

Kahrolsun Siyonist İsrail!

Nehirden denize hür Filistin!

İlla zafer, illa zafer!

İçe Doğru Çöküşün İşaretleri: İsrail’in Kendi Eliyle Büyüttüğü ‘Filistin 48’ Çeteleri

Ilan Pappe

Kitaplarımdan birinde ‘unutulmuş Filistinliler’ olarak adlandırdığım bir Filistinli topluluk, neredeyse günlük bir vaka haline gelmiş olan cinayetler de dâhil olmak üzere yeni tür bir etnik temizliğe maruz bırakılıyor. Dünya medyasının karşı karşıya kaldıkları zulme hiç ilgi göstermediği bu Filistinli azınlık ’48 Arapları olarak biliniyor ve İsrail nüfusunun yaklaşık %21’ini (1.900.000) oluşturuyor (bu sayı, 1980 ve 1981’de Yahudi devletince yasadışı bir şekilde ilhak edilmiş olan Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri’nde yaşayan Filistinlileri kapsamaz). 

’48 Arapları ya 1948 etnik temizliği sırasında topraklarından sürülen ancak daha sonra İsrail’e dönüşecek olan devletin sınırları içinde kalanlar ya da 531 köyün yok edildiği bu etnik temizliğin uzanmadığı 100 köyde yaşayanlardı. 1966’ya kadar, bir yıl sonra Batı Şeria ve Gazze’de de olduğu gibi, katı bir askeri yönetime tabiydiler. 1948 Araplarına dayatılan askeri yönetim yerini daha sonra bir diğerine; en temel insan haklarını ihlal eden ve ayrımcı apartheid rejimine bıraktı.    

Sorunun Kökleri

2023’ün başından beri, çoğu genç, yaklaşık 160 Filistinli, bu topluluğa terör uygulayan suç çetelerince katledildi. Bu, her ay 20 Filistinlinin hayatını kaybettiği anlamına geliyor (her ay 680 Britanya vatandaşının suç çetelerince öldürüldüğünü düşünün). Taş atan gençleri dakikalar içerisinde, savaşçıları ise bir iki gün içerisinde yakalayan İsrail polisi ve güvenlik birimleri, hem liderlerinin hem de cinayetleri işleyenlerin isimleri herkesçe bilindiği halde, bugüne kadar bu çetelere hiç dokunmadı. Bunun nedeni de elbette yine herkesçe biliniyor. 

Bu suçluların çoğu, Oslo anlaşmalarının imzalanmasından sonra, işgal altındaki bölgelerden yani Batı Şeria ve Gazze’den tahliye edilen, İsrail Güvenlik Servisi’nin (Shin Bet) eski işbirlikçileridir. Kim oldukları bilinmesine rağmen hiçbir engelle karşılaşmadan silah tedarik edebilen bu eski işbirlikçi yeni suçlular ‘koruma sağlama’ bahanesiyle halktan zorla para alıyor ve kamu ihalelerine de müdahale ediyor. Koydukları kurallara uymayanları ölümle tehdit ederken, çıkarları çatıştığında birbirlerine de şiddet uyguluyorlar.

Ancak bunlar sorunun yalnızca bir tarafıdır. İşsizliğin yüksek olduğu, gençlerinin istihdamına ve kültürel gelişimine yönelik yatırımlara kaynak ve alan tahsis edilmeyen bu topluluğun genç üyeleri çetelerin çekim alanına giriyor.  Batış Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki gençler ahlaki bir tercih yaparak suça bulaşmak yerine silahlı direnişe katılıyorlar; tıpkı Apartheid rejimine karşı mücadeleye katılan Güney Afrikalı gençler gibi. Ancak bu, ’48 Arapları topluluğunun parçası olan gençler için bir seçenek değil. Topluluğun, kurtuluş için İsrail içinde silahlı mücadeleye girişilmemesi kararına bağlılıklarını hâlâ koruyorlar. ’48 Araplarının silahlı mücadeleyi şimdilik bir seçenek olmaktan çıkaran bu kolektif, stratejik ve anlaşılabilir tutumu, acımasız çetelere katılmayı cazip hale getiriyor.   

Filistinliler, Afrikalı Amerikalılar

Bu, FBI’ın, ülkedeki beyaz üstünlüğüne karşı oluşturduğu tehditten ürktüğü Kara Panterler ve diğer Afrikalı-Amerikalı siyasi hareketlerin yükseldiği dönemdeki duruma benziyor. Bu hareketlerin yasadışı ilan edilmesi, üyelerinin tutuklanması/öldürülmesi ve ağır uyuşturucuların şehir içlerine kadar girmesinin önünün açılması, Afrikalı Amerikalılar arasında bir çete kültürü yarattı. 

İsrail’de olduğu gibi, çeteler hayatın bir gerçeği haline geldi ve yine tıpkı İsrail’deki gibi, Reagan sonrasında yani çeteleri yaratan bu uğursuz politikalar uygulamaya konduktan sonra, çözüm üretmek de gerekiyordu. Clinton döneminde çözüm ‘normal vatandaşlar ile çetelerin hâkim olduğu bölgeler arasına insan bariyeri örmek oldu. Bunun için polise geniş kaynaklar ayrıldı. Sosyal hizmetler için altyapının genişleteceği de söyleniyordu, ki bu, sorunları kısmen çözebilirdi. Ancak neoliberal Amerikan kapitalist sistemi bu yatırımları hiçbir zaman yapmadı. Siyonist hükümetler de aynı sözleri verdi. Pratikte ise çok az şey yapıldı. Aksine, ‘liberal’ hükümetlerin izlediği politikalar yoksulluğu ve işsizliği arttırdı. Çete kültürü, bu hükümetlerin nezaretinde büyüdü ve bugünkü halini aldı.

Daha Geniş Bir Strateji

Netanyahu’nun mevcut aşırı sağcı hükümeti döneminde, uluslararası ilgi ve tepki gerektiren acil sorunlar ortaya çıktı. İsrail’in şu anda izlediği politika, Siyonizme en başından beri içkin olan daha geniş bir stratejinin bir parçasıdır: yaşam koşullarını Filistinliler için katlanılmaz hale getirmek ve böylece tarihsel Filistin’in olabildiğince büyük kısmını içinde en az sayıda Filistinli kalacak şekilde ele geçirmek. Bu strateji, etnik temizliğin, Siyonist kolonyalist yerleşimci projesinin genel mantığına uygun başka bir biçimdir. Önceki hükümetler de bu politikayı takip ettiler. Fakat bu kadar açıktan ve yoğun bir saldırı söz konusu değildi.  

Bugün suçla mücadelenin başında kendisi suçlu olan biri yer alıyor: İtamar Ben-Gvir. Ulusal Güvenlik Bakanlığı görevini yürüten bu aşırı sağcı siyasetçi, tüm Filistinlilerin zor kullanılarak yerinden edilmesini savunan ırkçı Meir Kahane’nin takipçisidir. 1994 yılında, El Halil şehrindeki İbrahim Camii’nde dua eden Filistinli Müslümanları katleden Baruch Goldstein’in de hayranıdır.

İçe Çöküş ve Birlikte Yaşama

’48 Arapları arasındaki suç faaliyetlerinin yoğunlaşmasının önüne geçmenin yolu, tarihsel Filistin’in sömürge olmaktan kurtarılması ve özgürleştirilmesiyle doğrudan ilişkilidir. İsrail’in disütopik bir geleceğe doğru, bariz ve geri döndürülemez yürüyüşü, nihayetinde bir içeriye doğru çöküşle sonuçlanacaktır. Ancak bu, uzun bir zamana yayılabilir. Bu nedenle, uluslararası örgütlerin yanlış bir varsayımla İsrail’in içişleri meselesi olarak gördüğü ’48 Araplarının durumu konusunda dünyayı uyarmak önemlidir. ’48 Arapları, tıpkı kolonyalist yerleşimci bir rejimce yönetilen herhangi bir yerli halk gibi, uluslararası hukuk ve insan haklarıyla alakadar tüm insanların gündeminde olmalıdır.  

İsrail ayrımcı politikalarına rağmen, çete şiddeti yakında Yahudilerin yaşadığı yerlere de sıçrayacaktır. Ancak, bu şiddet, sonuçta, Rashid Kahlid’in ‘Filistin Savaşı’nın Yüzyılı’nda parlak bir biçimde tasvir ettiği gibi, Filistinlilere yönelik şiddetin bir parçasıdır. Bu korkunç şiddetin yöneldiği insanlar, İsrail’in kurulmasından önce, yeryüzündeki en barışçıl toplumlardan birini oluşturuyordu. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin 1948 öncesinde barış içinde bir arada yaşaması bunun kanıtıdır.   

Birlikte yaşamanın tarihsel seyri, bir gün mutlaka gerçekleşecek olan dekolonizasyon sürecinin, bu sürecin geçmişteki bazı talihsiz aşamalarından daha barışçıl olacağını gösteriyor. O zamana kadar, elimizdeki tüm imkânlarla, Filistinlilerin temel insan haklarına saygı göstermesi için İsrail’e baskı yapmalıyız.  

Yazının orjinali için:  https://www.palestinechronicle.com/the-implosion-ahead-the-israeli-hand-in-palestine-48-criminal-gangs/

Yahudiye (Judea) Bölgesi ile İsrail Fantezisi Karşı Karşıya: Ilan Pappe’den İsrail’in Yıkılan Sütunları ve Filistin için Fırsatlar

Ilan Pappe

İsrail’in meşru bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesinin iki ana unsuru vardır. Birincisi, askerî güç, yüksek teknoloji ve sağlam bir ekonomik sisteme dayanan maddî unsurdur.  Bu faktörler, İsrail’in, sunduğu silahlar, güvenlik stratejileri, casus yazılım, yüksek teknoloji bilgisi ve modern ziraî üretim sistemlerinden yaralanmak isteyen ülkelerle güçlü müttefiklik ağları kurmasını mümkün kılar. İsrail bunların karşılığında yalnızca para değil, aynı zamanda, aşınmış uluslararası imajının düzeltilmesine destek verilmesini de talep eder.

İkincisi ise, özellikle Siyonist projenin ve devlet inşasının erken aşamalarında büyük önem taşıyan manevî unsurdur. İsrail’in dünyayı inandırmaya çalıştığı hikâyeye göre, bu devlet, antisemitizme deva olabilecek tek ilaçtı ve hem dînî hem de kültürel bakımdan, Yahudi halkına ait bir yerde kurulmuştu.  

Bu anlatı, ilk başta, Filistin halkının varlığını tümüyle inkâr ediyordu. Bu tutum yerini daha sonra yerli nüfusun Yahudi halkınınkine kıyasla çok küçük olduğu savına dayanan bir önemsizleştirme stratejisine bıraktı. Filistinlilerin mevcudiyeti nihayet kabul edildiğinde ise, iki halkın aynı topraklar üzerinde bulunması talihsiz bir rastlantı olarak sunuldu. İsrail artık yalnızca sözüm ona ‘Ortadoğu’daki tek demokrasi’ değildi. Aynı zamanda, söz konusu rastlantının neden olduğu sorunu, tarihi Filistin’in tümü üzerindeki sözde hakkından ‘ödünler’ vererek çözmeye istekli ve yüce gönüllü bir barış güverciniydi. 

‘Manevî Meşruiyet’in Çöküşü

İsrail’in şu anda tam da gözlerimizin önünde un ufak olan manevî meşruiyetinin ne zaman aşınmaya başladığını net olarak tespit etmek zordur. Bu süreç, bazılarına göre, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, diğerlerine göre ise, 1987’deki Birinci İntifada ile başladı.  Her iki durumda da, İsrail’in dünya kamuoyunun gözündeki imajının on yıllar içinde değişim gösterdiğine şüphe yok. 

Yine de bir şeyin sıklıkla göz ardı edildiğini söylemek gerekiyor. Eğer Filistinlilerin başından beri gösterdiği direniş ve direngenlik olmasa, İsrail’in meşruiyetinin ve manevi iddialarının bugün hem uluslararası yasalara hem de sağduyu ve etik ilkelere göre sorgulanması mümkün olmayacaktı. 1948 gibi erken bir tarihte yani İsrail’in tarihi Filistin’in yıkıntıları üzerine kurulduğu anda bile sahadaki hakikat dünya çapında gittikçe daha fazla insan tarafından biliniyordu. Bu doğrudan Filistinlilerin ve genişleyen dayanışma ağlarının çabalarının bir sonucuydu. 

Sahadan gelen yeni bilgiler, İsrail’in demokratik devlet ve ‘medeni uluslar’ın üyesi imajını hem içeride hem de dışarıda sarsıyordu. İsrail’in, bir demokrasi değil, Filistinlilerin medeni ve insani haklarını gece gündüz demeden çiğneyen bir apartheid rejimi olduğu giderek daha fazla ifşa oluyordu. 

Ancak ne İsrail’in gerçek doğasının ifşa edilmesi ne de bu devletin tarihsel anlatısının geniş bir kamuoyu kesimince reddedilmesi, yönetici siyasî elitler ve hükümetler düzeyinde karşılığını bulamamıştır. Onların nezdinde, İsrail’in imajı büyük ölçüde değişmeden kalmıştır. Filistinlilerle dayanışma gösteren çeşitli hareketlere saldırının başını çekenler bilakis küresel kuzeyin hükümetlerinin kendisidir. Tel Aviv’e karşı boykot, yaptırım ve yatırımların geri çekilmesi çağrısı yapan sivil inisiyatifleri yasaklamaya yönelik girişimler vasıtasıyla kendi toplumlarının konuşma özgürlüğünü bastırmak konusunda kararlı görünüyorlar. Küresel güneyde de durum çok farklı değil. Hükümetler ve yöneticiler, halklarının İsrail’e karşı sert bir tutum alınması yönündeki talebini göz ardı ediyor. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerini normalleştirmek için sıraya dizilen Arap rejimleri de bunlara dâhildir.   

Uluslararası sessizlik ve/ya da suç ortaklığı, İsrail’i, ülkenin Kasım 2022’deki son seçimlerine kadar, kamuoyundaki fikir değişikliğinin somut eyleme dökülmesinden korumuştu. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) gibi cesur ve etkileyici faaliyetler yürüten hareketlerin sahadaki gerçekliğe en ufak bir müdahalede bulunamamış olması bunun kanıtıdır.  

Kasım 2022’ye kadar, kamuoyuna hâkim olan fikirlerin somut politikalara dönüştürülememesinin dünyadaki siyasi sistemlerin sinizminden kaynaklandığını düşünüyordum. Şu anda ise, Filistinlilere gösterilen büyük dayanışmanın sahada biçimlendirici bir güce dönüşmesinin ancak yukarıdan siyasetin yürütülme tarzının değiştirilmesiyle mümkün olacağına yürekten inanıyorum.

İsrail, Almanya’ya dört milyar Euro, Hollanda’ya ise üç yüz milyon değerinde füze vermeyi teklif ettiğinde (bunlar, onları hangi tehlikeden koruyacak bilinmez), İsrail’deki siyaset yorumcuları, bu silahların, İsrail’i gayri meşru ilan eden kampanyaların en güçlü panzehiri olduğunu söylüyordu. İsrail medyası, silahların, İsrailli askerlerin ve yerleşimcilerin Filistin’deki zalimliklerine karşı Avrupa’nın sessizliğini satın aldığını ve kınamaların eyleme tahvilini engellediğini gururla duyuruyordu.  

‘Hayalî İsrail’, Yahudiye’ye Karşı

Ancak daha fazlası da var. İsrail’deki Yahudi seçmenlerin belli bir kesimine göre, Batı, İsrail’i destekliyordu çünkü ülke demokrasi ve liberalizme dayalı batılı “değer sistemi”ne bağlıydı. Hâlâ varlığını koruyan bu kanaati ben ‘hayali İsrail’ olarak adlandırıyorum.   

Bu hayali İsrail Kasım 2022’de tüm niyetleri ve amaçlarıyla birlikte çöktü. Yeni hükümeti başa getiren İsrailli Yahudi seçmenler hiçbir zaman demokrasiyi, liberalizmi ve batılı “değer sistemleri”ni gerçekten takdir etmemişti. Aksine, daha teokratik, milliyetçi, ırkçı ve hatta faşist –Batı Şeria ve Gazze de dâhil olmak üzere, tarihsel Filistin’in tümü üzerinde hâkimiyet kuran- bir Yahudi devletinde yaşamayı arzu ediyorlar. İsrailliler bu alternatif devlet fikrine ‘Yahudiye’ diyor ve bu fikir şu anda hayali İsrail ile savaşıyor. 

Yahudiye’yi arzulayan insanlar uluslararası meşruiyeti önemsemezler. Bu insanlara öncülük eden milliyetçi ve faşist liderler ve kanaat önderleri ise İsrail’in yeni uluslararası müttefiklerinden yani batıdaki ve/ya da Hindistan gibi ülkelerdeki aşırı sağ parti ve hareketlerden hayli etkilenmiştir ve amaçlarına ulaşmak için bunlarla uluslararası bir destek ağı kurmaya isteklidir. Bu, aşırın sağın çok güçlü olduğu İtalya, Macaristan, Polonya, Yunanistan, İsveç ve İspanya’da hâlihazırda hayata geçirilmiştir. Eğer Trump seçimleri tekrar kazanırsa, Amerika Birleşik Devletleri de bu ağa dâhil olacaktır.   

Kasım 2022 seçimlerinin karanlık bir dönemin kapılarını açtığı söylenebilir. Ancak bu yalnızca görünürde böyledir. Gerçeğin tümünü yansıtmaz. Hayali İsrail’in çöküşünün, manevî ve maddî unsurlar arasındaki ilişkiyi de tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği unutulmamalıdır. Neoliberal kapitalist sistemin, eğer hayalî İsrail’in yerini alırsa, Yahudiye devletine yatırım yapmaya niyeti yok. Uluslararası finans şirketleri ve yüksek teknoloji endüstrisi Yahudiye’yi yabancı yatırım için istikrarsız ve riskli bir yer olarak değerlendiriyor. Hatta fon ve yatırımlarını İsrail’den çekmeye başladılar bile. 

BDS hareketinin bu sermaye kaçışını hızlandırmak ve arttırmak için çok çalışması gerekecektir. Çünkü açık ki yatırımların geri çekilmesinin arkasında ahlakî kaygılar yatmıyor. Uluslararası finans şirketleri, Filistinlilerin maruz kaldığı acımasız tahakkümü umursamadan, İsrail’e yıllardır yatırım yapıyor. İsrail’in hayalî imajı ve özellikle de yargı sisteminin neoliberal ve kapitalist yatırımları koruyacağına duyulan inanç, yabancı yatırımların yüksek getiriler elde edecekleri beklentisiyle İsrail’e para akıtmasını sağlıyor. Ancak, az evvel de söylediğimiz gibi, Yahudiye’nin, Hayalî İsrail’in yerini alması ihtimali ülkenin ekonomisini ciddi biçimde etkiliyor. Bu da İsrail’in, sanayi ürünleri ya da para vasıtasıyla diğer ülkelerin Yahudi devletine yönelik politikalarını etkileme kabiliyetini sınırlıyor.   

Seferberlik Zamanı

Hayalî İsrail’in çöküşü, toplumsal çatlakları belirginleştirirken, göreve her an hazır olan birçok İsraillinin askerlikten soğumasına neden oluyor. Dahası, İsrail yargısının baskı altına alınması ve sözde bağımsızlığının aşınması, İsrailli askerleri ve pilotları, yabancı ülkelerce ya da Uluslararası Adalet Divanı’nca (ICC) savaş suçlusu olarak yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bir ulusal yargı sistemi bağımsız ve güvenilir kabul edildiği müddetçe, ülke içi meselelere uluslararası yasal müdahale mümkün olamıyor. Son gelişmeler bu açıdan da önemlidir.

Sözün özü, Filistin’de özgürlük ve adalet için mücadele edenlere fırsatlar sunan, nadir bir tarihsel anın içindeyiz. İran, Tahran’daki toplantıda Hamas ve Hizbullah’a herhangi bir eyleme başvurmaktan kaçınmayı ve İsrail’in içeriden çökmesine izin vermelerini tavsiye etti. Ben bu yaklaşımı paylaşmıyorum. Bu elbette Filistin’in askeri yoldan özgürleştirmenin şu anda mümkün olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Demek istediğim, Filistin halk direnişini canlandırmanın, Filistinliler ile destekçilerini üzerinde uzlaşılmış bir vizyon ve program etrafında birleştirmenin tam zamanıdır. Yaratılacak bu seferberliğin kökleri, 1918’den beri demokrasi ve kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden Filistin ulusal hareketine dayanır.

Geleceğin özgür ve Siyonizmden arındırılmış Filistin’i şimdilik hayalî görülebilir. Ancak Hayalî İsrail’in aksine, bu, azıcık ahlâkı olan herkesi tüm dünyada ayağa kaldırabilme şansına sahiptir. Ayrıca şu anda tarihsel Filistin’de yaşayan ya da oradan sürülen herkes – dünyanın dört bir yanındaki Filistinli mülteciler için – güvenli bir yer sağlayacaktır. 

Yazının orjinali için: https://www.palestinechronicle.com/judea-vs-fantasy-israel-ilan-pappe-on-the-collapse-of-israeli-pillars-and-opportunities-for-palestine/